Suriye ve Palmira'yı Güzin Yalın'ın kaleminden okuyun

Suriye ve Palmira'yı Güzin Yalın'ın kaleminden okuyun

Playlist yazının sonundadır.

 

Değerli Cazkolik okurları, yolculuk devam ediyor... Yaşam tüm kıpırtısı, içerisinde taşıdığı tüm caz ritimleriyle doludizgin akıp gidiyor... “Mutfaktan ve Hayattan Caz Masalları” da öyle.

 

Ve de insan bir kez herhangi bir mutluluğun büyüsünü tattı mı, o büyü olmadan yaşamı hep eksik kalacağından, seyahat etmenin çağrısı peşimi hiç bırakmıyor. Nihayet gelen baharın sevinci, dertlerden arınmış olma duygusu veriyor galiba bana ve içim hafiflemiş, aklım yeni maceralara yelken açmış olarak yazıyorum bu ayın yazısını. Sizi de yine, ruhumdaki bitmek bilmeyen gezilerin bu seferki durağında bana katılmaya çağırıyorum. Gelin bir bakalım, bu sefer yol bizi  nereye ulaştıracak; soframızda bu kez neler olacak.

 

Sevgilerimle...
Güzin Yalın

 


 

 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar... 

 

 

Başka diyarların caz lezzeti

 

 

İnsan Akdenizli ve hele de Türkiyeliyse, ister istemez bazı konularda şımarmış oluyor. Tarihin içerisine doğuyorsunuz; tüm yeryüzü yaşamlarını etkilemiş uygarlıkların bir takım kalıntıları belki de arka bahçenizde gündelik hayatınızın kanıksanmış birer parçası olarak durup duruyor. Kulağınızdaki geçmiş zaman masalları sadece çocukluğunuzdan değil, uygarlıkların kurulduğu  zamanlardan kalmış oluyor; geçmişin tüm pırıltısını tozlu kıvrımlarında taşıyan bazı objelerden, temel kazarken yolunuza çıktıkları veya yalnızca bundan yüz küsur yıl önce babanızın büyük dedesine ait oldukları için, sizin değilse komşu teyzenin evinde, muhakkak bulunuyor. Neredeyse tanıdığınız herkesin eşsiz bir tarih ve kültür mirasından kendisine kalanlarla ilgili anlatacakları hep var oluyor. Uzun sözün kısası, tarihin sıradan bir “genç ülke” vatandaşına heyecan ve hayranlıktan dilini yutturacak bir takım yansımaları, sizin günlük yaşamınızın kanıksanmış birer parçası haline gelmiş oluyor… Bazen eski bir uygarlıktan kalmış bir taş merdiven; bazen ninenizin gençken taktığı bir çift küpe; kimi zaman bir müzede karşınıza çıkan seramik bir kase; kimi zaman sokağınızda hiç bilmeden üzerine basıp geçtiğiniz bir antik kent döşemesi veya tüm bunların yerine, sonunu sizin her seferinde farklı biçimde ama hep kendi istediğiniz gibi yeniden yazdığınız bir eski zaman efsanesi şeklinde. Ve üstelik, geçmiş zamanlardan söz edilen yer Akdeniz ve Türkiye ise, bahsettiğiniz “geçmiş” binlerce yıl öncesine uzanıyor.

 

Eğer Akdenizliyseniz, sizin için doğduğunuz günden beri doğal bir veri olduğundan sıradan bir şey zannettiğiniz antik kent kalıntıları, yaşadığınız şehirle yan yana hatta çoğu zaman onun içerisine karışmış olarak, başköşede duruyor. Yani inanılmaz zenginlikteki bir takım  uygarlıkların başlayıp bittiği mekanlar elinizin altında bulunuyor. Her gezide bir antik Yunan kentinin yakınına düşmüş, her tatilde bir Roma kentinin kalıntılarını gezip görmüş olabiliyorsunuz. Bazen Hititlerin, bazen Urartuların kentlerinin içerisinden geçiyor yolunuz. Örneğe gerek yok ama Efes, Aspendos, Hasankeyf, Arycanda, Assos, Hattuşaş, Nemrut ilk aklıma gelenler. Hepsi doğup büyüdüğümüz coğrafyanın, yaşadığımız toprakların birer parçası Türkiye’de.

 

İşte tam da bu yüzden ve bir de üstelik Knossos, Roma, Kartaca, Byblos, Fatih Pur Sikri, Persepolis gibi Türkiye dışındaki pek çok geçmiş zaman kentini de iyi bildiğim için, doğrusu yeryüzünde hala beni etkileyip heyecanlandıracak bir Roma kenti kalıntısı olduğunu düşünemezdim. Suriye’ye gidinceye; gidip Palmira’yı görünceye kadar. Üstelik de, Suriye hep gitmek ve görmek istediğim, seyahat planlarım arasında olduğu için üzerinde birçok şey okuduğum, merak ettiğim bir yer olduğu halde. Çok sevdiğim Lübnan’a hem bir savaş kadar uzak, hem de tarih kadar çok yakın olması; Mardin’den görünen “Suriye Denizi” manzarası ve Nusaybin’in yarısı Türkiye’deki kışkırtıcı yakınlığı; bugün “Türk Mutfağı” dediğimiz mutfağın en önemli kaynaklarından birisini Suriye’nin mutfağının oluşturması; karmaşık etnik ve dini yapısı; içerisinde taşıdığı Osmanlı kültür mirası. Kısacası, tüm boyutlarıyla taşıdığı “Doğu Akdenizli” kimliği yıllardır beni cezp edip durmuştu Suriye’nin… Gördükten sonra beklentilerimin hiçbirisinin boşa çıkmadığını hissetim en çok. Bugüne dek yüz yüze gelmediğim için utandığım bir ülke ile karşılaştım çünkü. İş gidip yeni yerler görmeye gelince, sanırım nasılsa elinin altında oldukları için, en yakındakileri en son görüyor insan. Suriye de benim için öyle oldu. Çok yakındı; komşuydu, nasılsa gidilirdi; daha önce ulaşılacak pek çok uzaklık vardı sırada… Bir de üstelik Suriye konusunda, bölgenin şanssız durumu, politik gerçekler, bitip tükenmek bilmeyen sorunlu ilişkiler erteleme eğiliminin üzerine tuz biber ektiği için, vuslat geçen aya kaldı anlayacağınız. Ve de geçen ay, gecikmeli bir aşk başladı bu güzelim topraklar ile aramda.

 

Suriye ile ilgili anlatacak pek çok şey var ama söze Roma döneminden kalanlarla başlamak istiyorum. Çünkü Suriye sonuçta, bugünkü temel özellikleri ve 400 küsur yıllık Osmanlı geçmişinden önce, ondan da etkili 600 küsur yıllık bir Roma tarihine sahip. Bu yıllar boyunca hep Roma’nın önemli bir uç noktası olmuş. Benim aşık olup mutlaka sizlerle paylaşmak istediğim Palmira kenti ise, bununla da yetinmeyip Romalılardan bağımsız ve Sasanilere kafa tutan bir imparatorluk haline gelmeyi bile denemiş kısacık bir süre. Üstelik de Zenobia adlı bir kraliçenin yönetiminde ve sadece 10-15 yılcık kadar. Çok naif, çok romantik ve bir o kadar da acımasız ve çarpıcı, değil mi?

 

Size Roma kenti Palmira’nın tarihini anlatacak değilim; arkeolojik özelliklerinden de bahsetmeyeceğim çölün ortasındaki bu güzelim vaha kentinin, ticari öneminden veya kendinden sonraki kültürlerde yarattığı etkilerden de. Sadece iki şey söylemek istiyorum; birisi benim gözlemim, öteki de o topraklarda yıllardır söylenegelen bir şey. Suriyeliler Tadmur’u, yani Romalıların verdiği ismiyle Palmira’yı, yani “Palmiyeler Kenti”ni anlatırken diyorlar ki; “Evet belki bütün yollar Roma’ya çıkar ama unutmayın ki, bu yolların çoğu mutlaka Palmira’dan geçer.” Ben de diyorum ki, Palmira, insanı çarpıp şaşırtacak, büyüleyip ebediyen kendine bağlayacak kadar gerçek olarak çölün ortasında duruyor. Kalıntı falan gibi değil; neredeyse kentin bütünü halinde, sanki Bal Tapınağında en son tören dün yapılmış gibi. Tarihe gerçekten parmaklarınızla değebiliyorsunuz; geçmişi sahiden etrafınızda ve de göğsünüzün içerisinde bir yerde hissedebiliyorsunuz Palmira’da. Asırlar önce burada konaklayan kervanların değerli yüklerini; uzak diyarlardan gelip daha da uzaklara giden yorgun kervancılar için kurulan sofralardaki tatları; Kraliçe Zenobia’nın devesinin üzerinde  tek başına karşı koyduğu Sasani kuşatmasını; onun mutsuzluğunu, umutlarını ve Roma’ya karşı verdiği yaşam savaşını; kısacası, doğudan gelip batıya yolu uzanan ve hepsi de en az Zenobia’nınki kadar çekici olan tüm öykülerin ardındaki gizemli gerçeği hayal edebiliyorsunuz, Palmira’nın hala capcanlı duran üzümlü narlı duvar rölyeflerine bakınca. Hele serin bir çöl gecesinde, güzelim aydınlatmasıyla karşınızda ihtişamlı bir manzara çizen kentin yollarında yürüyüşe çıktıysanız, tarihin içerisinde yürüyorsunuz ve daha önce yaşadığınız kentleri de unutuyorsunuz, gördüğünüz çölleri de.

Suriye’nin güzellikleri Palmira ile kısıtlı değil tabii ki. Bir kere, nefes kesen tek tarihi mekan Palmira değil; mesela, zenginliğin ve ticaretin merkezi Yunan kenti Apamea ve çocukluğunuzun masallarındaki hendekli, ejderhalı, zindanlı şato kavramının en güzel örneklerden birisi olan Crac de Chevalier de en az Palmira kadar canlı ve ilginç… Crac de Chevalier, Haçlılar tarafından kullanılmış bir kale ve en büyük özelliği kendisinden daha görkemli pek çok başka kaleden çok daha gerçek ve inandırıcı olması. Öncelikle, hemen hemen tamamen sağlam kalmış olması çok ilginç; yıkılıp yeniden yapılan bir bölümü yok denecek kadar az... Sonra da, boyutlarından bağımsız bir “kusursuzluğa”, bir “bütünlüğe” sahip; sanki kale nasıl olur göstermek için yapılmış gibi.

 

Apamea’ya gelince, İskender’in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından yaptırılıp onun eşinin ismini alan bu Yunan kenti, Suriye’nin neredeyse en eski medeniyet merkezi sayılıyor zira zamanında nüfusu yarım milyona ulaşan ve de bir tür hazine kasası vazifesi gören, ticaretin ve dolayısıyla da hareketin hiç eksik olmadığı bir kentmiş. Bugün Palmira’dan sonra, Orta Doğu’nun en iyi korunmuş kenti olduğu söyleniyor ve insanı şaşırtacak kadar sapasağlam kalmış sütunlu ana caddesi ve de alışverişin canlı olduğu günlerden bir anı gibi hala yerinde durup duran dükkanıyla, insanı adeta zamanın akıcılığı üzerine düşünmeye zorluyor.

 

Suriye’de bir kez gördükten sonra ömür boyu sizinle kalacak özelliklere, Hama kenti yakınlarındaki su dolaplarını da eklemek gerek sanırım. Çünkü gördüğüm anda bana fazla değişik gelmiş olmasa da, sonradan aklımdan çıkmayanlar arsına katıldı bu eski zaman değirmenleri, hele Yunus Emre’nin “Dertli Dolap” şiirine konu olan su dolaplarının bunlar olduğunu öğrendikten sonra. Aslında onlara “değirmen” demek doğru değil çünkü bildiğimiz tahıl öğüten değirmenlerle ilgileri yok. Asi nehrinin suyunu yaşadıkları alana doğru taşıyarak tarım yapabilmek için Romalılar tarafından yaptırılmışlar. Yüz taneden fazla imişler ve on yedi tanesi günümüze dek yaşamış. Şu anda ise, artık işlevleri kalmamış olsa da, etraflarındaki suya sarkan bitkilerin arasında dünyanın en pastoral görüntülerinden birisini oluşturarak tarih tablosundaki yerlerini koruyorlar.

 

Kısacası, tüm bu mekanlar için, Suriye’de zaman sanki yüzyıllardır hiç geçmemiş gibi. Tarih, uzanınca dokunabileceğiniz yerde, olabildiğince bozulmamış olarak duruyor… Sonra kentler… Geçmişten gelip bugünü ele geçirmiş olan günümüzün kentleri… Şam’da da, Halep’te de Orta Doğu kentlerinin tipik dokusu, tüm sıcaklığı, karmaşası, canlılığı, renkleri, kokuları ve tatlarıyla sizi bekliyor… Muhtelif Arap ve Osmanlı uygarlıklarından bu kentlere kalan tarihi eserler de artısı… Üstelik başka pek çok yerden farklı olarak, Suriye’de insanı karşılayıp bağrına basan özelliklerin en başında şahane mutfağı geliyor… Özelikle Halep’ten tatlılarıyla tanışmadan dönmek mümkün olamıyor pek çünkü baklava ve bezer hamur tatlılarının en hafif, en lezzetli ve en çeşitlisi herhalde burada... Ayrıca humus başta olmak üzere pek çok başka tanıdık lezzet, yorgun günlerin akşamlarında kurulan “arak” sofralarında, dost sohbetiyle ve zeytinyağı özeniyle anayurtlarında tadılınca bir başka keyif veriyor insana.

 

Anlayacağınız, Suriye’deki yüzlerce yıllık kentlerde, kimi zaman doğuya özgü gizemli bir baharat, kimi zaman saraylara layık bir ipek dokuma, bazen el yazması bir eski kitap, bazen anısı hafızanızın tanımlayamadığınız bir yerinde kalmış bir lezzet, bazen de sadece tarihin bir esintisini arayabiliyorsunuz… Hatta bunu zaman zaman, hem Suriye Türkiye ile sınır komşusu olduğu için, hem de ülkede hatırı sayılır miktarda Türkmen asıllı vatandaş yaşadığı için, Türkçe konuşarak yapabiliyorsunuz.

 

Şam benim kafamda her şeyden önce ve her yerden çok, bir Osmanlı kenti doğal olarak… Bir zamanlar doğunun büyüsünün, ihtişamının ve kim bilir hangi maceralarının sırlarını saklamış bir kent olması, bende bugün de aynı gizemi taşıdığı duygusunu yaratıyor. Hem kışkırtıcı, hem de çok güçlü sanki… Belki bu yüzden; her ne kadar ünlü Emeviye Camisi, St. Paul’ün vaftiz edilip Hıristiyanlığa geçtiği mekan olan Aziz Hanania Kilisesi, Selahattin Eyyubi’nin türbesi ve hatta Roma döneminden Jüpiter Tapınağı’nın kalıntıları teker teker beni çok etkilese de, asıl favorilerim Osmanlı dönemi mekanları; Hamidiye Çarşısı, Hicaz Tren İstasyonu, Azem sarayı ve bahçesindeki Osmanlı hanedan mezarlığıyla Süleymaniye Külliyesi… Şam’a dair kafamdaki “hiç değişmeyecek biçimde bir Osmanlı kenti olduğu” imgesi, oraya gittikten sonra daha da güçleniyor. Normal tarih bilgimizin ötesinde bir anlamı, okuyup bildiklerimizden fazlasını hissettiren bir tarafı var buralarda olmanın. Kendinizi bildiniz bileli dinleyip duyduklarınızın kaynağına nihayet varmış olmak gibi bir duygu… Benim ülkemde, bir zamanlar gidilebilecek en uzak diyarları sembolize etmiş bir yerdeyim… Kimi zaman kimi insan için sürgün yeri olmuş, kimi zaman da başkaları için bir umur ve saltanat adresi… Kimliğinde taşıdığı bu ikilik belki de onu benim için yıllardır bu kadar çekici yapan… Son Osmanlı padişahı Vahdettin’in mezarı başında koskoca bir imparatorluğun nereden nereye geldiğini düşünmeden edemiyor insan; Hicaz Tren İstasyonu’nun önünden geçerken sanki açık olsa ve bir tren kalksa, o trene binerek geçmişe gidebileceği duygusuna kapılıyor ve Hamidiye Çarşısı’nda bir dükkanın içerisindeyken, tezgahın arkasında oturan yaşlı adamı bir yerlerden mutlaka tanıdığına yemin edecek hale geliyor.

 

Bab Şarki, yani Doğu Kapısı’ndan, çevredeki küçücük dükkanlara bakarak, antikacılarda sırf tarihe değebilmek için eski eşyalara dokunarak, sokaklardaki kıpır kıpır hayatı içinde hissederek yürüyüp “Straight Street” yani “Düz Sokak”a ulaşmak, Şam’da tekrar tekrar yapmak isteyeceğim bir şey… Eminim, sizin de çok hoşunuza giderdi geçmişle bugünün bu kadar iç içe olduğu bir mekanda bulunmak ve burayı yaşamak çünkü insan bu işi yaparken gerçekte birbirine karışan bu zamanlardan hangisinin içerisinde bulunduğunu unutacak gibi oluyor bir süre sonra… Örneğin, küçücük dükkanında yüzlerce yıldır aynı pozda oturuyor olduğu duygusu veren bir satıcıyla pazarlık etseniz ve sonra hızla konuşmaya karışıp size elinizdeki malı gelecekte ne kadar uzun süre kullanacağınızı anlatan oğlundan belki sedef kakma bir kutu, belki de ismini bu kentten almış ünlü “damask” kumaşlardan yapılmış bir örtü alsanız, fena mı olurdu? Sonra belki Narenj Restoran’da bir mola verirdiniz ve damağınızdaki lezzetin yemekten mi, yaşamaktan mı geldiğini tam bilememenin sarhoşluğu sizinle kalırdı uzun süre… Zaten Şam’da en çok, kendini bu denli eskilerde kaybetmiş bir zamanın içinden geçip bu kadar yüzü geleceğe dönük bir noktaya ulaşmak çarptı beni… Sanırım bu durum, Suriye’nin şu anda genel halini en iyi tanımlayan şey.



   



Sonra yolunuz sizi Halep’e ulaştıracak doğal olarak. Göreceksiniz ki, Halep tam bir “ara sokaklarında kaybolma” kenti… Yalnızca fiziki anlamda değil, aynı zamanda ruhunuzun labirentlerinde dolaşma olanağı bulduğunuz için de… Kentin eski bölgesi, keşfedilecek lezzetlerle dolu; antikacılar, lokantalar, nargileciler, küçücük dükkanlar, eski evler, daracık sokaklar ve her biri bir fotoğraf karesi oluşturan insan manzaraları…  Otellerin çoğu, restore edilmiş eski taş konaklarda olduğu için, içerilerine girdiğinizde bir otele değil, çoktandır görmediğiniz dedenizin evine konukluğa gelmiş olduğunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Odalardaki eşyaların çoğu hala yüzyıl önce o evde kullanılanlar; hani sizin anneannenizin yatak odasında da vardı ya, evlenirken çeyiziyle getirdiği; onlardan… Suriye hızla turizm alnındaki açığını kapatıp bu konuda hak ettiği noktaya gelmeye çalışıyor. Kahvaltıda sunulan gül reçelinin, size çocukluğunuzun sofralarından alıp getirdiği esinti de belki bu gerçekte gizli. Sahi, en son ne zaman gül reçeli yemiştiniz ve anneniz ne kadar güzel yapardı gül reçelini, değil mi? Dünyada başka kaç yer insana kendisini bu kadar “evinde” hissettirebilir?

 

İşte böyle bir şey Halep’te bulunmak; alıp götürüyor insanı hiç hesapta olmayan yerlere… Halep bir nostalji kenti ve eskiye duyduğunuz özlemi, tarihinize duyduğunuz merakı bu denli güçlü biçimde yaşayabilmek sarhoş ediyor insanı… Önce görmeniz gereken bütün tarihi mekanları geziyorsunuz. Müzeye gidiyorsunuz; Zekeriya Camisinde soluklanıyorsunuz; bugüne dek hiç  teslim olmamış olmasıyla ünlü Halep Kalesine çıkıp hem Emevilerin savunma harikasını tanıyorsunuz, hem görkemli bir taht odası geziyorsunuz, hem de kente şöyle bir yukarıdan bakıyorsunuz; Bimaristan’a kadar uzanıp akıl hastalarının müzik ve suyla tedavi edildiği, bir benzeri Edirne’deki Beyazıt Külliyesi’nde bulunan, hastaneyi ziyaret ediyorsunuz… Ve sonra, bugüne dönüp kentin günümüzdeki yaşantısını ve bugünün Haleplilerini tanımak üzere, kendinizi sokaklara bırakıyorsunuz.

 

İlk durak, tabii ki, Kapalı Çarşı... Sokaklarının toplam uzunluğu 10 kilometreyi bulduğu için, Orta doğu’nun en uzun çarşısı olduğunu iddia ediyor Halepliler… Kendim ölçmediğim için onların yalancısıyım ama güzelliği ile ilgili ilk elden bilgi verebilirim size… Halep Çarşısı, gerçekten de, içerisinde satılanların zenginliği açısından olmasa bile, ana caddesinden akan hayatın hızı ve renkliliği, etrafta uçuşan konuşmaların çeşnisi ve de fiziki olarak taşıdığı karmaşanın büyüklüğü açısından, Kapalı Çarşı’dan sonra, Orta Doğu’nun en canlı ve en ilginç çarşılarından birisi… İçerisinde yer alan bir sürü han/kervansaray, bugün artık esnafın imalathaneler olarak kullandığı mekanlar haline gelmiş ama hepsinin de serin taş avluları hala çölden gelen konukları ağırladıkları günlerin esintilerini taşıyor… Halep’in Kapalı Çarşısı bir ömür ömür olmasına da, asıl yan kapılardan birisinden çıkıp daracık sokaklardaki yaşama karışmak bir alem geliyor bana; asıl işte o zaman tam anlamıyla zaman durmuş, ben de yüzlerce yıl geri gitmişim gibi oluyor. Bir an sanki buraya, Paşa babamın siparişini, çarpık iki sokağın kesiştiği noktadaki dükkanında etrafın gürültüsüne hiç aldırmadan hep aynı tempoda çalışan terziden bizzat teslim alıp hızlı adımlarla konağa yetiştirmek için gelmişim gibi bir duyguya kapılıyorum.

 

“Aslında Halep’te paşa var mıydı; orası Şam değil miydi?” diye düşünecek halde değilim; beynim bugüne dek biriktirdiklerini toplu olarak önüme döküyor sadece. Hey, Tanrım! Ben hani tarihi incelemeyi bitirip bugünün Halep’ini tanımaya çıkmıştım? Kabul ediyorum, hayal gücüm fazla geniş ve söz konusu tarih olunca hiç durmak bilmiyor… Ama siz de kabul edin ki, Halep de böylece kendini kaptırıp gitmeye çok uygun bir kent… Tek kışkırtıcı mekanı kapalı Çarşısı da değil üstelik. Daha bir sürü çarşı var keyifle gezilecek. Özellikle de yiyecek satılan ve baharat alabileceğiniz dükkanlar, benim her zaman olduğu gibi, Halep’te de en çok zaman geçirdiklerim… Zaten çarşılar benim için aslında alışveriş yapmaktan çok hayatı izlemenin mekanları… Herhangi bir baharatı satın almak yerine, kokusunu içime çekip satıcı çocukla evlerinde bu baharatın hangi yemeklere kullanıldığını konuşmak hoşuma gidiyor… Veya Osmanlı’nın İstanbul ve Bursa’dan sonra en önemli dokuma merkezi olan bir kentteysem, o zamanlarda oluşan geleneğin izini sürme dürtüsü benim için kaçınılmaz oluyor; aslında ipekli kumaşlar almaya hiç niyetim olmasa bile.

 

Halep sokaklarındaki dolaşmanız, bir süre sonra “kayşani” denilen taşı yeni yapılarında da hala kullandıklarını ve böylece kentin meşhur taş evlerinden gelen görüntüsünü bozmamaya özen gösterdiklerini fark edeceğiniz bölgelere kayıyor; sonra da, Al Cedidiye Meydanı’na… Bu “eski kent meydanı” denebilecek köşede, antikacılar, restore edilmiş eski evler, fırından çıktıktan sonra soğumak üzere kaldırımlara serilmiş lavaş ekmekleri ve sohbet eden esnafın arasında, bir kuyumcu dükkanı sahibi olan Agop ve oğlu Harut ile tanışıyorsunuz. Harut neredeyse sizin kadar güzel konuştuğu Türkçeyi, meraklı olduğu için kendi kendine öğrendiğini söylüyor ve baba oğul, satış yapmak için olduğundan çok daha fazla, sizi ağırlamak için çaba sarf ediyorlar… Onlara rastlamanın bir diğer kazancı da, Hıristiyanların ve daha ziyade de Ermenilerin yaşadığı Aziziye mahallesini, Harut’un tavsiyesi ile gidip görmeniz… Suriye’de gezgin olarak günlerdir vakit geçirdiğiniz yeme-içme mekanlarından oldukça farklı bir kafede akşamın ilk şarabını içerken, etrafınızdaki birbirinden şık ve alımlı gençlere bakıp “Aziziye’nin herhangi bir Avrupa kentinden hiçbir farkı yok” diye düşünüyorsunuz.

 

Suriye’den dönme vakti geldiğinde, ilk düşündüğüm şey, oraya ne zaman geri gidebileceğim oldu. Pek çok tarih öncesi uygarlığa ilaveten, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Fransız uygarlıklarının imbiğinden geçerek bugünkü kimliğini bulmuş, dinlerin ve etnik grupların hoşgörü içerisinde bir arada yaşadığı bir ülke Suriye… Yani sapına kadar Doğu Akdenizli; yani tüm karmaşasına karşın, insana sürekli umut ve keyif vaat ediyor… Suriye’ye geri döneceğim, biliyorum… Bu sefer Şam ve Halep’te yolumu daha kolay buluyor olacağım; artık orada “ben geldim” diye arayabileceğim dostlarım olacak… Ve de herhalde bir dahaki gidiş, bu güzel ülkeyi ve kadim tarihini iyice öğrenmiş olarak, yaşantısına yeniden karışmaya, bugününü yeniden yaşamaya gitmek olacak.



Fotoğraflar: Güzin ve Tuygan Yalın tarafından çekilmiştir.

 

Güzin Yalın

 

Cazkolik.com / Mayıs 2010

 


 

 Yemek ve Lezzet Kültürü... Yemek ve Lezzet Kültürü... 

 

 

Haydi gelin, mutfağa girip "caz yapalım"

 

 

Tutsun elimizden Hızır ile İlyas; yüzümüzü yaza dönelim biraz

 

 

Bu yıl, fazla uzun sürmüş bir kışın ardından, her zamankinden daha çok bahara ve sıcak havalara özlemli hissettim doğrusu kendimi ve de Türkiye’nin her yerinde hava koşullarının aynı olmadığını tabii ki bilmekle birlikte, sizin de, nerede olursanız olun, yazı benim kadar özlemiş olacağınızı tahmin ettim… Gerçi artık sıcaklık iyice arttı; doğa tamamen uyandı ve de Mayıs ayında hala güzel hava beklentisinden söz etmek normal bir durum değil ama ne yapalım, bu yıl bahar gelmek bilmedi bir türlü bizim buralara ve ben de, sürekli bir “daha güzel hava” özlemi içerisinde yaşar buldum kendimi.

 

Önce havaya, suya ve toprağa düşen cemreler; ardından bulutlardan sıyrılarak daha güçlü parlamaya çalışan güneş; derken takvimde kayıtlı iklim değişikliği belirten sayılı günler ve nihayet geçenlerde şen şakrak ötmeye başlayan kuşlar, el birliğiyle deneyerek, destek verip iteleyerek, havaları bu hale getirebildik nihayet… Artık bir yandan kemiklerimiz ısınırken, bir yandan da kedi gibi güneşte gerinip “Önümüze düşen bu yeni mevsim mutfağımıza ve soframıza neler katacak acaba?” diye bakabiliriz… Neye dayanarak mı bu kadar güvenli konuşuyorum? Eh, baharın asıl müjdecisi Hıdrelleze ulaşmış olmamıza tabii ki… Bundan sonrası kolay artık, değerli okuyucular… Hıdrellezden sonrası, artık sıcak hava, olgun meyveler, yaz sebzeleri ve bol bereket.

 

İşte tam da bu nedenle, yani yazın ve sıcak günlerin gerçek müjdecisi olduğu için, bu ay Hıdrellezden ve mutfağımıza getirdiği esintilerden söz etmek istiyorum.

 

 

“Pagan” diye bir yaşam biçimi

 

 

Gelin önce bir bakalım, tam olarak nedir, nerden çıkmış ve neyi simgeler Hıdrellez. Daha doğrusu, bakalım bir, tam olarak ne olduğu, nereden çıktığı belli midir?

 

Hıdrellez aslında, pagan dinler döneminden günümüze kadar süregelmiş bir takım inançların en güzel örneklerinden birisi… İnsanoğlunun ölümden sonra dirilme ve yeniden canlanma umudunu gösteren ve bunun için, doğanın her yıl yeniden canlanmasını çeşitli etkinlikler ve ritüeller için ana motif olarak kullanan bir adet… Bu nedenle, konuyu detaylandırmadan önce, şu pagan dinlere bir göz atmak şart.

 

“Pagan”, biliyorsunuz, tek tanrılı dinler öncesinde var olan inançlar, semboller, tapınma adetleri, din kuralları ve yaşam biçimlerinin tümüne verilen genel isim… Yani aslında, kitap sahibi dinlerin tanımına göre “inançsız” olan toplulukları tanımlamak için de kullanılan bir terim… Oysa pagan toplumların, bizim anladığımız şekilde tek bir tanrıya inanarak, ona ve onun peygamberlerinden birisine ait olduğunu düşündükleri tek bir tapınakta ibadet etmeseler de, son derece güçlü inançları var… Genellikle birden fazla tanrıya inanıyorlar ve genellikle bu tanrılar doğa güçlerini temsil ediyor; çünkü izah veya kontrol edemedikleri ve dolayısıyla da korktukları tüm doğa olayları için, o konuyla ilgili olduğunu düşündükleri bir “üst güç” yaratıyorlar. Böylece, tarih boyunca, insanların karşısında çaresiz kaldıkları tüm doğa olaylarını temsil ve kontrol eden bir tanrı doğmuş oluyor. Bu tanrıların işlevi, korku duyulan konuların gerçekleştirilmesi veya engellenmesi olduğu için de, pagan dinlerin hemen hepsinde çok sık görülen bir “tanrıların gazabı” kavramı var. İşte kurbanlar ve adaklar da, günümüze ve bizim bugün inandığımız dinlerin ritüelleri arasına bu inançlardan ulaşmış olgular ve de o zaman olduğu gibi, bugün de tanrının gazabına engel olmak için gerçekleştiriliyorlar.

 

Pagan inançların kurban ve adak kadar sık rastlanan ve yeme-içme kültürünü etkileyen bir başka özelliği de, kutlama ayinleri ve şenlikler… Zaten çoğu zaman, kurbanlar da böyle şenlikler sırasında tanrılara sunuluyor. Yani aslında, tüm sistem doğa güçlerinin gönlünü hoş tutmaya ve bu amaçla da, onlara armağan olarak değerli varlıklar sunmaya dayanıyor… İster adak olarak sunulsun, isterse bir şenlikte birlikte tüketilsin, o toplum için değerli ve önemli olan bir şeyleri onlar için feda ederek ve yine onlar uğruna paylaşıma sunarak tanrıların gazabından korunmak, pagan topluluklar için dini bir ritüel haline gelmiş.

 

Yiyeceklerin her zaman yaşam için hayati bir anlam taşımasından ötürü, insanlar için pek kıymetli olan bazı gıda maddeleri de, sık sık tanrılara, yani aslında dolaylı olarak onların temsil ettiği doğa güçlerine, armağan olarak sunulagelmiş. İnsanlığın oluştuğu günden beri yaşanan en büyük korkuların başında aç kalmak geldiği ve en büyük insani başarılardan birisi, her ne koşulda olursa olsun yiyecek bir şeyler bulup doymayı becermek olduğu için, insanoğlunun, karnını doyurarak yaşamını sürdürebilmeyi garanti altına almak niyetiyle sık  sık tanrılara başvurması veya bu durumu gerçekleştirecek bolluk ve bereketi sağladıkları için tanrılara şükran sunması da zaten son derece doğal… Pagan dinlerin hemen hepsinde, yiyecekler ve içeceklere adanmış özel tanrılar bulunması da biraz bu yüzden… Çünkü sonuç olarak, doğadan gelen ve yaşam veren gıdaların, hem oluşması; hem de eksiklikleri, örneğin kuraklık veya ekinlere hastalık düşmesi, o çağ insanlarının kontrol edemediği ve dolayısıyla da çok korktuğu olgulardan.

 

Uğrunda kurban kesilen veya şenlik düzenlenen tanrının hangi konunun tanrısı olduğunun da, bu anlamda bir önemi yok çünkü söz konusu olan, bereket veya hasat yerine, örneğin gemicilik veya savaş tanrısı da olsa, nasılsa yiyeceklere hayır diyecek değil… Bunun çok temel bir nedeni var: Pagan tanrılar, aslında insanların üstün güçlere sahip olan kopyaları gibiler; teorik olarak, onların da yiyip içmeye ihtiyaçları var.

 

 

Nedir bu “Hıdrellez” dedikleri?

 

 

İşte Hıdrellez, doğadaki canlanmayı kutsayan ve kutlayan tüm bu pagan adetler arasında, günümüze kadar gelenlerden bir tanesi ve belki de uygulanışı açısından en ilginç olanlarından birisi… Çünkü bahara ulaşmanın verdiği mutluluğun ve bu sevinci paylaşmanın bir dolu yiyecek eşliğinde kutlandığı coşkulu bir şenlik aslında Hıdrellez.

 

Hıdrellez, Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve Doğu Akdeniz çevresindeki ülkelerde kutlanan bir bayram… Her ne kadar bu inanç, Müslümanlığın resmen kabul ettiği, yani Kuran’daki yaptırımlar arasında yer alan dini bir bayram değilse de, bir bahar bayramı olarak kabul edilen bu günü kutlama adeti, ülkemizde de, Balkanlar’da da, Ortadoğu’da da Müslüman halk arasında, aşağı yukarı aynı metotlarla binyıllardır sürdürülüyor. Öte yandan, bazı kaynaklar, Hıdrellez adetini, sözü geçen bölgelerin hepsinde yaygın biçimde yerleşmiş olan çingene topluluklarına mal ediyor, ki bu da, Hıdrellez geleneğinin dinler üstü özelliğini çok güzel ortaya çıkaran bir durum bence. Zaten Hıdrellez günü, çok benzer biçimlerde, Ortodoks Hıristiyanlar tarafından Aya Yorgi, Katolikler tarafından da St. Georges günü olarak kutlanmakta… Ayrıca, Hıdrellezin, farklı yerlerde, örneğin İran’da veya bazı Doğu Akdeniz ülkelerinde, Nevruz ve Mesir gibi, küçük farklarla, değişik tarihlerde, değişik mitolojik karakterlere adanmış olarak ve değişik isimlerle gerçekleştirilen benzerleri de var. İlginç olan, bu kutlamaların hepsinin, hem bazı yiyecekleri kutsayan şenlikler, hem de doğanın yeniden dirilişini kutlayan bayramlar olarak yaşanması… Bu yanlarıyla, kesin olarak, Eski Yunan ve Roma uygarlıklarına ait Demeter ve Baküs gibi bir takım mitolojik bereket tanrıları/tanrıçaları için yapılan şenlikleri anımsatıyorlar.

 

Görüldüğü gibi, Hıdrellezin ilk tam olarak hangi toplumda başladığını söylemek zor çünkü uygarlık ve kültüre ait birçok boyut gibi, aynı anda, birbirinden habersiz olarak birden çok yerde devreye girmiş olması kuvvetle muhtemel… Bir inanca göre, İbraniler aracılığıyla, Suriye ve Mısır üzerinden Yunanistan’a, buradan da Anadolu’ya geçtiği kabul ediliyor. Bir başka düşünce de, İran kökenli olup Anadolu üzerinden diğer bölgelere yayıldığını savunuyor… Bana sorarsanız, büyük olasılıkla, her ikisi de yanlış değil çünkü dedim ya, benzer kültür ve iklim özelliklerine sahip topraklarda, bu tür geleneklerin birbirinden bağımsız ama eş zamanlı olarak da ortaya çıkabileceğini düşünüyorum ben. Zaten bece önemli olan, gerçek kökeni neresi olursa olsun, neredeyse 5000 yıllık bir gelenek olduğu biliniyor Hıdrellez’in.

 

 

Hızır ile İlyas elele verince, işte size Hıdrellez

 

 

Hıdrellez, aynı zamanda Hızır Aleyhisselam’dan türlü iyilik beklenen, onun insanlara verebildikleriyle yakından ilgili bir gün… Hızır (ya da bazı kaynaklara göre Hıdır), Kuran’da Hz. Musa’ya yol gösteren “veli”, yani kutsanmış ulu kişi olarak karşımıza çıkıyor. Aslında “Al-Hızır” veya “Al-Hazır” Arapçada yeşillik anlamına gelen, yani çokça baharı ve canlanan doğayı anlatan bir sıfat… Halk arasındaki inanca göre ise Hızır, insanoğlunun ölüm karşısındaki çaresizliğinin ve arayışının karşılığı, yeniden doğuşun bir sembolü olarak, Orta Doğu mitolojisinin temel unsurlarından birisi; bitkilere baharda can veren ve karada yaşayan tüm mahlukata başları sıkışınca yardıma koşan bir “veli”, bir anlamda Tanrının yeryüzündeki temsilcisi… Hızır’a dinimizde atfedilen bu özellikler, tarih öncesi mitolojik tanrıların; bir başka deyişle pagan dinlerin tanrılarının sahip olduğu özelliklere çok benziyor: Her yerde hazır olup her şeyi görebilmek, sıkışanın yardımına yetişebilmek, insanlığa bolluk ve bereket getirmek gibi… “Boz atlı Hızır”, muhtaçlara yardım eder, açları doyurur, hastaları iyileştirir, bolluk ve bereket getirir; zaten de, “kul sıkışmadıkça, Hızır yetişmez”.

 

Öte yandan, yine halk inancının ulu kişilerinden bir diğeri olan İlyas Aleyhisselam ise, hayvanların koruyucusu ve denizde başı dara düşenlerin yardımcısı... Bu iki önemli kişi birlikte Ab-ı Hayat, yani “hayat suyu”nu içerek, ölümsüzlüğe ulaşmışlar ve ikisinin isminin bir arada söylenmesinden Hıdrellez Bayramı doğmuş... Her yıl Mayıs ayının 5’ini 6’sına bağlayan gecede, bir gül ağacının altında buluşup doğanın yeniden canlanmasını, yani baharın, bolluğun ve bereketin gelmesini sağlarlar. Bu nedenle, 6 Mayısta bu mutlu olay çeşitli şenliklerle kutlanır… Yani kısacası Hıdrellez, yeniden doğuşu, doğanın canlanmasını kutlayan bir bayramdır.

 

 

Hıdrellez’in türlü çeşit şenlik adetleri

 

 

Hıdrellez yalnızca 6 Mayıs günü bir şenlik ve eğlence olarak kutlanmakla kalmaz; ülkemizin değişik bölgelerinde uygulanan farklı adetler, birkaç gün öncesinden başlar.

 

Büyük kentlerde giderek azalması bir yana, köylerde ve küçük yerleşim merkezlerinde hiç aksatmadan gerçekleştirilen uygulamalar var. Hemen her yörede mutlaka geçerli olan bir adet, Hıdrellezden önceki gün dip köşe bir bahar temizliği yapılması… Evler, bahçeler ve mutfaktaki kap-kacak, Hızır’ın uğraması umuduyla temizlenip hazırlanıyor çünkü Hızır’ın temiz olmayan eve girmeyeceğine ama geldiği eve de bereket, bolluk, sağlık ve mutluluk getireceğine inanılıyor. Temizlik bununla da kalmıyor, giysiler de yıkanıp temizleniyor; hatta olabildiğince yenileniyor.

 

Yine yaygın olarak uygulanan bir başka gelenek, Hıdrellezden önceki gecenin, yani 5 Mayıs gecesinin ibadet ederek geçirilmesi… Hıdrellez sabahı erken kalkmanın uğuruna inananlar da çoğunlukta… Genellikle sabah ezanından önce olmak üzere, kabir ziyareti yapılması ve ölülerin ruhu için dua okunması da, yaygın uygulamalardan… Bu adetler yöreden yöreye küçük farklılıklar gösteriyor, dediğim gibi… Örneğin, Kaz Dağları ve çevresinde, bu kabir ziyareti sırasında, mevsimin başından beri dokunulmadan bu güne saklanmış gülleri toplayarak, ölülere sunmak da bir adet… Bu yörede yaşayan Türkmenler, Hıdrellez sabahı geleneksel giysilerini giyerek, çoluk çocuk hep birlikte, topladıkları kucak dolusu güllerle mezarlığa gitmek adetindeler… Böylece mezarlığı adeta bir şölen yerine döndürmüş ve Hıdrellezi ölüleriyle birlikte kutlamış oluyorlar. Sanırım bu adet, yeniden doğuşa inanılan pagan dönemlerden kalan bir alışkanlık… Ziyaretin sonunda, yalnızca ölülerin ruhu için dua etmekle kalmayıp yine onlar için, mezar başlarında kahveler pişirip içen ve bu kahveyi yoldan geçenlere de ikram eden Türkmenler, yılın bu en keyifli gününe kaybettikleri yakınlarını da böylece dahil ederek, bir anlamda onları, bir günlüğüne de olsa, yeniden yaşama döndürmüş oluyorlar.

 

Hıdrellez günü, bayram olduğu için, ellere ve ayaklara kına yakmak; huzur ve yeni başlangıçları sembolize ettiği için, dargınları barıştırmak; Hızır geldiğinde rahatça girebilsin diye, evlerin kapı ve pencerelerini açık bırakmak; mutlulukları pekiştirmek niyetiyle, nişanlılar arasında hediyeler göndermek; kısmetleri açılsın diye, gelinlik kızların başının üzerinde kilit açmak ve Hızır’ın o gün Tanrı’dan istenenlere aracı olacağına inanıldığından, dileklerin yazıldığı kağıtları akarsuya veya denize bırakmak da hemen hemen her yörede sürdürülen geleneklerden… Karadeniz yöresinde, dilek kağıdını denize atanın mavi gözlü genç bir kız olmasına dikkat edilirken, birçok başka bölgede de, dilekler ve niyetlerin yazılı olduğu kağıtlar, bir önceki geceden bahçedeki bir gül ağacının altına bırakılıyor. Konya ve çevresinde, bu uygulama, kağıdı bir taşın altına koymak şekline dönüşürken, bir çok yöreye ortak olan bir başka uygulamada da, “niyet çömleği” yapılıyor. Genellikle içi su dolu bir çömleğin içerisine kendine ait bir yüzük veya başka bir takıyı atan genç kızlar, çömleğin ağzını tülbentle bağlayıp bir gül ağacının altına bırakıyorlar. 6 Mayıs sabahı erkenden çömleğin yanına gidip sütlü kahve içerek, ağızlarının tadının bozulmaması için dua ediyorlar. Böylece, tüm doğanın yeniden canlanarak yeşerdiği Hıdrellez gününde, kendi talihlerinin de açılıp yeşereceğini umuyorlar.

 

Gül ağacının altına bırakılan dilekler, bazen de, bir kağıda yazılı olmak yerine, bir objeyle canlandırılıyor. Ev sahibi olmak isteyenler, bir ev maketi,; çocuk sahibi olmak isteyenler, küçük bir bez bebek; sevgilisine kavuşmak isteyenler, bir kız-bir erkek figürün yanyana çizildiği bir resmi bırakıyorlar gül ağacının altına.

 

Hıdrellez günü, yapılan kutlamalar arasında, birçok yerde mutlaka mevcut olan bir tanesi de, ateş üzerinden atlayarak, dileğini tekrarlamak... Bu adet de kökenini, aslında yukarıda saydığım pek çok diğer uygulama gibi, Müslümanlık öncesi pagan inançlardan alıyor. Nasıl mezarlık ziyareti, atalara inanmanın ve suya niyet atmak, suya inanmanın sonucunda oluşmuş geleneklerse, ateşten atlamak da ateşe inanmanın sonucunda ortaya çıkmış bir adet… Türklerin, Müslümanlık öncesi dönemde mevcut olan pagan inançlarına göre, yılın bereketli olabilmesi için iki maddenin, hava ve suyun, kutsanması gerekiyor. Her ikisinin de yeterince efsunlanarak, doğayı yeniden canlandıracak hale gelebilmesi için belirli bir sıcaklık gerekiyor ve işte bu sıcaklığı da ateş sembolize ediyor. Ateş aynı zamanda, yaşamın devamı anlamında, evin ve ocağın da sembolü... Ve o ocağın gerçek anlamda kutsanması için, bu dünyadan göçmüş atalarımızın da onayı ve kutsaması gerekmekte… Gördüğünüz gibi, ilk bakışta belirli bir anlamı olmadan, alışkanlıkla yapıldığı sanılan birçok uygulama gibi, Hıdrellez adetleri de, kökenlerini, tarihi süreç içerisinde oluşmuş bazı inançlar ve sosyal alışkanlıkların aslında çok anlamlı olan nedenlerinden alıyor.

 

Gelin, bir de Hıdrellezde yapılmaması tavsiye edilen şeylere bir göz atalım ve de tüm bu şenliğin yeme-içme dünyasıyla ilişkisine geçelim… Ülkemizde pek çok yörede sürdürülen çeşitli uygulamalara göre, Hıdrellez günü, çamaşır yıkanmaz; bunun yerine kışlık giysiler güneşli havada havalandırılır. Ayrıca, Hızır’ın aracı olup evinize getirdiği nasip süpürülüp gitmesin diye, ev süpürülmez; bu ve benzeri temizlik işlerinin bir gün önceden bitirilmiş olması gerekir. Her ne kadar bunlar Müslümanlığın zaten yasakladığı şeylerse de, Hıdrellez gününde özel olarak dikkat edilen bir konu da, kötü alışkanlıklarla ilgilidir; Hıdrellez’de kumar oynanmaz; alkollü içki içilmez. Yine Hıdrellez günü, eve kuru çalı-çırpı sokulmaz. Ayrıca, pek çok yörede, bu günde, bağ ve bahçelerde çalışılmaz; tarlaya gidilmez.

 

 

“Hıdrellez” denen büyük piknik

 

 

Doğanın canlandığı ve yeşerdiği, bereket ve bolluğun sembolü olan bir günün en güzel kutlaması açık havada ve yeme-içmeyle olacağından, Hıdrellez günü, bir büyük piknik şöleni şeklinde, açık havada yiyip içilerek geçer. Hıdrellez kutlaması için, genelde bir su kenarında, yeşilliği bol bir alan seçilir. Bu tür alanlara, “hıdırlık” denir ve Anadolu’da hemen her yerleşme merkezinde bir hıdırlık mevkii mevcuttur. Böyle alanlarda yer alan ağaçlardan bir kısmının, bir süre sonra üzerine çaputlar bağlanan ve diplerine bir şeyler bırakılan dilek ağaçlarına dönüşmesinin nedeni de zaten budur.

 

Hıdrellez için yapılan yiyecek hazırlıkları da, tüm diğer hazırlıklar gibi, bir gün önceden başlıyor. Bir gün sonrası için piknik tüketimine uygun kuru yiyecekler hazırlanıyor. Yumurta kaynatılıyor; katmer, börek gibi hamurlu yiyecekler hazırlanıyor; bazı yörelerde irmik helvası yapılıyor.

 

İrmik helvası yapılmasının, o günü birlikte kutlamak istedikleri ölmüş ataları ile ilişkisi olduğunu; helvanın, başka durumlarda olduğu gibi, Hıdrellezde de, ölülerin ruhu için yapıldığını düşünüyorum Yumurtanın Hıdrellez sofrasının vazgeçilmez bir maddesi olmasıysa, yalnızca pikniğe uygunluğundan değil bence; aynı zamanda, yine pagan adetlerden Hıristiyanlığa taşınmış bir bayram olan Paskalyanın da yakın tarihlerde ve benzer biçimde  kutlanması ile bir ilişkisi olmalı diye düşünüyorum… Börek ve benzeri unlu yiyeceklerin bir gün önceden hazırlanmasının nedeni ise, Hıdrellez gününde un elemenin ve ekmek yapmanın uğursuzluğuna olan inanç… Birçok yörede, Hıdrellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el bile sürülmüyor… Bazı bölgelerde, Hıdrellez sabahı, masanın üzerine bir gece önceden serilen unun üzerinde, bir işaret ve iz aranıyor. Eğer dümdüz serilmiş olan unun üzerinde herhangi bir iz oluşmuş ise, gece evi Hızır’ın ziyaret ettiğine ve yıl boyunca evde bolluk ve bereket olacağına inanılıyor. Bu bereketi komşularla paylaşmak içinse, akşama kadar beklenip akşam masanın üzerindeki undan “Hıdır lokması” denilen bir pişi yapılıyor ve komşulara dağıtılıyor… Benzer bir deneme de yoğurt ile gerçekleştiriliyor; geceden her zamanki kabına yoğurt çalınıyor ama sütün içerisine maya koyulmuyor. Eğer buna rağmen yoğurt tutar da mayalanırsa, bu işte Hızır’ın parmağı olduğuna, gece evi ziyarete gelip yoğurdu mayaladığına, yani yıl boyunca o evde bolluk ve bereket olacağına inanılıyor.

 

Hıdrellez sofrasının diğer vazgeçilmezleri, başta taze sarımsak ve yeşil soğan olmak üzere, baharın tüm taze bitkileri ve o gün içi özel kesilmiş taze bahar kuzusu veya oğlak eti… Her ikisi de, doğanın canlanmasını ve baharın gelişini sembolize ettikleri için vazgeçilmez durumda… Genel olarak, Hızır’ın gezdiği, ayağının bastığı yerlerde otlayan kuzuların etinin insana sağlık ve canlılık vereceğine inanıldığı için, baharın ilk kuzusu yenirse, yıl boyunca sağlık ve şifa bulunacağına inanılıyor. Bazı yörelerde de, aynı nedenle, kuzu etinin yanında, taze kuzu ciğeri de yeniyor. Yine sağlık için yapılan şeylerden birisi de, Hıdrellez günü, kırlardan toplanan bazı bahar otlarını ve çiçeklerini kaynatarak, suyunu içmek.

 

Hıdrellez ile ilgili yiyecek uygulamaları arasında benim en çok sevdiğim, bazı yörelerimizde hala sürdürülen, sembolik yiyecekler geleneği… Bu geleneğe göre, Hıdrellezde, yıl boyunca sürecek ağız tadı için tatlı, sevenlerin sarılması için sarma, ambarların dolması için dolma pişiriliyor ve Hızır’ın “S” harfiyle başlayan yiyecekleri sevdiğine inanıldığı için, Türkiye’deki uygulamasında, Hıdrellez Sofrasında, genellikle süt, soğan, sarımsak, salep, sarma, simit, sütlaç olmak üzere, yedi çeşit “S” harfiyle başlayan yiyecek eksik edilmiyor.

 

 

Hıdrellezin, farklı yeme-içme gelenekleri

 

 

Öte yandan, Hıdrellez’deki yeme-içme geleneklerinin hepsi, yiyeceklerin kendisiyle ilgili değil… Sofra adabına ait olanlar da var… Bir kere, Hıdrellez günü, tüm ailenin mutlaka birlikte sofraya oturarak, beraber yemek yemesi şart… Sonra, bu özel günde, açların doyurulması da, muhakkak yapılması gerekenler arasında.

 

Ayrıca, duaların ve isteklerin kabul olması için, bir gün önceden oruç tutarak, Hıdrellez şenliğine hazırlanmak da, çok yaygın bir uygulama ki, eğer Hıdrellezi, Hıristiyanlığın pagan adetlerden kalmış benzer bir uygulaması olan Karnavallarla kıyaslayacak olursak, hazırlıkların bu boyutunda öneli bir yakınlık olduğunu görürüz çünkü dünya üzerinde gerçekleşen karnavalların hepsinde, ya oruçtan önce hazırlık olarak veya orucun ardından kutlama olarak, Hıdrelleze benzer bir şenlik yapma fikri vardır.

 

Anadolu’nun bazı yerlerinde ayrıca, Hıdrellez günü aynı amaçla kurbanlar da kesilir. Daha önceden adanmış bir adak da olsa, o gün için kesilen bir kurban da olsa, kurban kesimi mutlaka, “Hızır hakkı” için yapılmalıdır ki, Hızır’ın inayetine nail olunabilsin.

 

Hıdrellezde Hızır’ın ilgisini çekebilmek için yapılanlar arasında, yiyecekle ilgili olanların başında, yiyecek ambarlarının, kilerlerin kapılarının ve yiyecek-içecek kaplarının kapaklarının açık bırakılması gelir. Bu davranışın, Hızır’a bir davet anlamına geldiğine ve bu davete uyarak, açık bulduğu kapılardan içeri bereket akıtacağına inanılır… Aynı umutla, bahçelerdeki ağaçlara, kuru baklagillerle dolu torbalar asılarak, Hızır’ın kamçısıyla bunlara dokunup bereket getirmesi beklenir.

 

Tüm bunlarla ilgisi olmayan bir yiyecek muzipliğini de aktarıp sizi yazı karşılamak için yaptığınız hazırlıklarla başbaşa bırakayım: Bazı yörelerde, Hıdrellez pikniği için kırlara gidildiğinde, yanındakinin Hıdrellez azığını çalmak da bir adettir.

 

Bildiğiniz gibi, ben geleneklerin korunmasından yana birisi olduğum ve özellikle yeme-içme kültürüne ait uygulamalar konusunda, ailemden de böyle gördüğüm için, Hıdrellez de dahil olmak üzere, insan yaşamına umut ve hoşluk katan tüm adetlerin gereğini yapmaya çalışırım… Bazen bir piknik, bazen bir niyet kağıdı; kimi zaman bahar kuzusundan bir lezzet, kimi zaman yalnızca, zaten yapılacak olan bahar temizliğini Hızır’a adamak… Bence tam olarak ne yaptığınız zaten önemli değil… Bence önemli olan ve size de önerdiğim, böyle bir hoşluk olanağı varken, bunu yaşantınıza bir şekilde katmanız… Kim bilir, belki annemin hala yaptığı gibi, Hıdrellezin bir “büyük kent uygulamasını” yapar ve dostlarınıza bahar mönülü bir ziyafet verirsiniz veya belki de yalnıza bir dilek tutup bir çömleğin içerisine yerleştirirsiniz.

 

Hangisini seçerseniz seçin; mutlu bir Hıdrellez ve sağlıklı bir yaz diliyorum.

 

(Bu yazı daha önce SOFRA dergisinde yayınlanmıştır.)

 


 

 Güzin Yalın`ın Müzikleri... Güzin Yalın`ın Müzikleri... 

 

 

Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?

 

 

Bu seferki müzik seçimim, klasik, bilinen, keyfi hiç tükenmeyen, insanı olabildiğince dinlendiren parçalardan yana. Bahar, coşkusunun yanı sıra (veya belki aslında tam da bu yüzden) yorgunluk da hissettirebilen bir mevsim. İstedim ki, bir yandan müziğin ritmiyle alıp başınızı giderken, kanınızda hayatın cazı kaynarken yani, bir yandan da biraz yavaşlayıp dinlenesiniz.

 

01 Chris Rea / “The Blue Cafe” / The Blue Cafe
02 Nat King Cole Trio / “Summertime” / Georgia on My Mind
03 İncesaz / “Üsküp Sevda Şarkısı” / Eylül Şarkıları
04 Tord Gustavsen / “Ign” / Changing Places
05 Armand Amar / “La Genese” / La Tere Vue de Ciel-Te Amo
06 Joan Sutherland, Jane Barbie / “Flower Duet” / Opera Arias and Duets
07 Ayşe-Ayhan Sicimoğlu / “İstanbul Pas Constantinople” / A Night in İstanbul
08 All Angels / “Send in the Clowns” / Fly Away
09 Carmen Mc Rea / “Besame Mucho” / Ballad Essentials
10 Frank London, Lorin Sklamberg, Rob Schwimmer / “Eyliyohu Hanovi” / The ZMIROS Project


 

  Kitaplardan Öneriler... Kitaplardan Öneriler...

 

 

İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür

 

 

Bu ay kitaplarla çıkacağınız gezilerde, kurgulanmış öykülerden çok kurgusal olmayan temalar ön planda olsun istedim. Biliyorum, kitap okurken insanı en çok kurgu öyküler oyalar, sürükler ve dinlendirir; kimi zaman alıp kendi yaşam gerçeklerinizden çok uzaklara götürdüğü, kimi zaman da tam tersine, içerisinde sizin hayatınızdan şaşırtacak kadar çok şey taşıdığı için… Bu yüzden bu ay, eğer hala okumadınızsa mutlaka okumak, eğer zaten okudunuzsa da geri dönüp tekrar bakmak için bir roman öneriyorum size… Bir de diyorum ki, yaşama bir kez daha yeme-içme dünyasının merceğinden bakın; tarihi bu açıdan değerlendirin bu sefer de… Ve lütfen benim günlük yaşantıyla ilgili en keyifli tutkularımdan birisini paylaşın; hayatınızda buna yer açın… Keyifli okumalar.



         



Bu ayın kitapları şöyle:
1. “Kolera Günlerinde Aşk” / Gabriel Garcia Marquez / Can Yayınları
2. “Altı Bardakta Dünya Tarihi” / Tom Standage / Turkuvaz Kitaplığı
3. “Türkiye’nin Kültür Mirası - 100 Cam” / Prof. Önder Küçükerman / NTV Yayınları

 

Birinci kitap, Marquez’in eşsiz anlatımıyla Güney Amerika’ya götürecek sizi. Bitmeyen bir aşkın inanılmaz, çokça gerçek dışı, biraz da imrendiren öyküsü “Kolera Günlerinde Aşk”… Bana sorarsanız, tam anlamıyla bir masal ve güzelliği de zaten buradan geliyor. Bu eşsiz aşk masalına ek olarak da, fonda Marquez’in yurdunun yaşam biçimini, Güney Amerika’nın bitmek tükenmek bilmeyen iş savaş gerçeğini, sıcak ve nemli iklimlerin insana gösterdiği hayalleri son derece canlı ve akıcı bir dille anlatıyor.

 

İkinci kitap, dünyanın tarihini, insan yaşamında sudan sonra en fazla yer tutan altı adet içki ekseninde inceliyor. Bira, şarap, damıtılmış içkiler, kahve, çay ve kola… Her birinin ekonomiyle, tüketimle ve de tabii üretimle ilgili birer boyutu var ama asıl mesele sosyal olarak neler ifade ettiklerinde… Standage, bu içkilerinin her birinin dünya tarihinde bir çağ açtığı görüşünde ve hepsinin bulunduğu, yaratıldığı veya ortaya çıktığı koşulları tek tek irdeleyerek, ne tür değişimlere neden olduklarını dile getiriyor.

 

Önerdiğim üçüncü kitap, NTV yayınlarının “Türkiye’nin Kültür Mirası” başlığı altında çıkardığı bir dizi kitaptan bir tanesi. Cam benim için uygarlığın en yararlı, en güçlü ve de en estetik buluşlarından birisi olduğu için, konunun tarihi gelişimden çeşitli kullanım alanlarına, Türkiye’deki üretim öyküsünden farklı üretim tekniklerine kadar her boyutunda pek çok önemli bilgiyi kısa ve net bir çeklinde aktaran  bu kitabı çok seviyorum… Anlatılanlara eşlik eden görüntüler de, benim için işin artısını oluşturuyor.

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • ali aydın
    19 Nisan 2010 Çarşamba 10:00

    güzin yalın`nın seçtikleri insan ruhunun gıdasıdır.hele besame mucho dinlerken ruhum pamuk gibi yumuşacık oldu. sevgilerimle.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Tuna Biringil
    24 Nisan 2010 Pazartesi 04:03

    Blue Cafeyi yillardir dinlememistim burayi açar açmaz sürpriz oldu eski bir tanidik gibi aklinizla yasayin :))

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • ARMAN DENIZEL
    31 Nisan 2010 Pazartesi 04:01

    GECE YARISI GÜZEL GELDİ YAZINIZ BIRAKAMADIM İNANIN. SURİYEYE GİTMEDİM AMA VİZE OLAYINDAN SONRA BİRDEN MODA OLDU HERKES NE KADAR BEĞENDİĞİNİ ANLATIYOR SANKİ YENİ KEŞFEDİYORMUŞUZ GİBİ ASLINDA BİR BAKIMA ÖYLE AMA SANKİ ŞAŞTIĞIMIZ BİR DURUM VARORTADA NASIL BİR YER BEKLİYORLARDIKI İNSANLAR????? BİZİM GÜNEYDOĞU GİBİ BİR YER İŞTE BELKİ DAHA ÇÖL AMA AYNI OTANTİKLİKTET.. MARDİN URFA DAHA MI AZ İLGİNÇ??? GÜZEL ANLATMIŞSINIZ ELİNİZE SAĞLIK MZİKLER ŞAHANE AZ CAZ OLMASI İYİ OLMUŞ :)))

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.