Akdenizin doğa ve mutfak coğrafyası; Provence...

Akdenizin doğa ve mutfak coğrafyası; Provence...

(Bu yazıya ait okunma rakamları 14 Şubat 2011 tarihinden sonrasına aittir.)


Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz olarak devam etmektedir. Yorumlarınızı hemen üstteki ya da sayfanın en alt kısmındaki mavi butona basarak ekleyebilir, en yukarda bulunan sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.


Değerli Cazkolik okurları, artık birbirimizi yeterince tanıyıp uzak diyarlar hakkında birbirimizle sohbet etmeye iyice alıştığımıza ve bundan karşılıklı keyif aldığımıza inanıyorum. Bu, en azından benim için çok geçerli bir durum... Sizlerle farklı coğrafyaların binbir çeşit öyküsünü paylaşmak beni çok mutlu ediyor. Bu yüzden, içim daha da çok heyecan ve istek dolu olarak karşınızdayım bu ay.

Kendimizi bildik bileli duyduğumuz, kolayca ulaşabilecek olduğumuz, pek çok yönden kendimize yakın bulduğumuz yerler vardır; sırf bu özellikler yüzünden ihmal ederiz onları. Tanıdığımız neredeyse herkesin buralara ait anlatacakları olduğu için ya da nasılsa istediğimiz her zaman kolayca gidebileceğimiz için bir türlü gitmeyiz, görmeyiz… Bu yüzden, sonunda yolumuzu nihayet bu beldelere düşürdüğümüzde, sanki bin yıldır yakından tanıdığımız bir yere geri gelmişiz gibi bir duygu yaşamamız işten bile değildir. Aramızda en fazla seyahat edenler için bile belki böyle bir özellik taşıyan bir yerden söz etmek istiyorum bu ay; Provence...

Güzin Yalın


 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...

“Başka diyarların caz lezzeti…”

Bazı ülkeler yüzölçümlerinin büyüklüğü yüzünden, bazılarıysa kültür zenginliklerinden ötürü içlerinde belirgin şekilde birbirinden farklı yaşam biçimleri barındırabiliyorlar. Kimi zaman da, aynı ülke sınırları içerisinde mevcut olan değişik coğrafya ve iklim özellikleri keskin bir ayrıma neden olup ülkenin farklı bölgelerinde değişik türde yaşamlar yaratıyor. Bu sonuncusu için en iyi örneklerden birisi, Fransa. Akdeniz’e kıyısı olan tüm ülkeler gibi, dünyanın başka yerlerinde bulunmayan bir sürü iç gıcıklayıcı özelliğe sahip Fransa; yine de asla bütünüyle bir Akdeniz ülkesi değil. Kuzeyine çıkıldıkça ve iç kesimlere gidildikçe çok daha soğukkanlı bir “Avrupa ülkesi” haline geliyor; Akdeniz’e kıyı olan bölgelerindeyse yaşam alabildiğine “Akdenizli”. İnsanların karakterinden, güneşin parlaklığına; sofralardaki lezzetlerden, baharda açan çiçeklerin türüne kadar her şey kendine özgü güney Fransa’da. Burası adeta ülkenin diğer bölgelerinden ayrı bir memleket, farklı bir uygarlık…



Fransa’nın bu Akdenizli bölgesi, bildiğiniz gibi, Provence adını taşıyor ve tanıyıp gören herkes için doğayla kucak kucağa yaşanan huzurlu bir yaşamın, dostluk dolu sıcakkanlı ilişkilerin sembolü olarak kabul ediliyor. Provénce kelimesi, bölgeye Romalıların verdiği “provincia nostra” yani “bizim bölge” isminden kaynaklanıyor ve isminin taşıdığı anlama uygun bir biçimde dünyanın dört bir yanındaki daha soğuk ülkelerin kent yaşantılarından kaçan pek çok insanın yerleşip sığındığı, hem aşık hem ait olduğu bir bölge haline gelmiş bulunuyor. Buraya sevdalananları yadırgamamak gerek çünkü kimliği bilinmeyen bir yazardan yörede yaşayanların yaptığı bir alıntıya göre; “Tanrı güneşi, toprağı, dağları ve denizleri yaratıp hepsini yerine yerleştirdiğinde, elindeki malzemelerin tümünden biraz arttığını fark etmiş. Kalanları bir araya getirerek, bunlardan yeryüzünde bir cennet oluşturmaya karar vermiş. Böylece, Provence yaratılmış…” Gerçekten de, özellikle mevsim uygunsa, bu diyar ilk ayak bastığı andan itibaren insana lavanta, zeytinyağı ve güneşle kucaklaşmış bir doğa harikasına nihayet ulaştığı duygusunu yaşatıyor; sıcaklığı rehaveti; bolluğu bereketi ve insana mutluluk vaat eden yakınlığı hayallerinizin masal ülkesine vardığınızı düşündürtüyor; başka bir Akdeniz ülkesinden gelmiş olsanız bile.

Durum bu olunca hiç şaşmamak gerektiği gibi, Provence’ta yaşayanların çok güçlü bir kimlik kavramları var; kendilerini çoğu konuda Fransız saymıyorlar. Tıpkı Cenovalıların İtalyan olmayı ve Katalanların İspanyol sayılmayı reddetmeleri gibi. Her ne kadar işi onlar kadar ilerletip ayrı bir bayrak ve bağımsızlık peşinde koşmasalar da, Fransızcadan oldukça farklı olan ve aslında Katalanlacaya çok benzeyen Provence dilini konuşmaktan ve Fransa’nın diğer bölgelerinden farklı olan kültürel değerlerini, özellikle de yemek geleneklerini korumaktan asla vazgeçmiyorlar. Dillerinin Katalancaya benzemesi aslında çok doğal çünkü Provence, Monaco, İtalya’nın bir bölümü ve Katalanya’nın da içerisinde bulunduğu Occitania denilen güney Avrupa bölgesinin bir parçası. Occitania, Ortaçağ’dan beri başta dili olmak üzere, tüm kültürel özellikleriyle özgün bir bölge olarak kabul edilmiş ama hiçbir zaman politik veya kanuni bir kimlik kazanmamış. Bu gün de Occitanlar, özellikle Fransa’da resmi bir dil olarak kabul edilmeyen dillerini savunmak üzere, Fransız hükümetine karşı direnmeye devam ediyorlar. Öte yandan, nizami sınırları içerisinde olmayan bazı kentler de ruhları, doğal güzellikleri, tarihleri, yaşam tempoları ve kültürleri açısından, Provénce’a dahil gibi değerlendiriliyorlar; özellikle de buraları gezmeye gelmiş yabancılar tarafından. Bu kentlerin başında, komşu Languedoc-Roussillion bölgesindeki Carcassonne ve Nimes kentleri geliyor. Hatta Carcassonne, bir Provence gezisinin uğranmadan tamam sayılamayacağı noktalardan. Toprağın rengiyle muazzam bir uyum içerisinde olan eşsiz güzellikteki kalesiyle yer aldığı tepenin üzerinde karşınıza çıktığı anda hissettirdikleri yüzünden, bir kent için yaratılabilecek en ilginç efsanelerden birisinin sahibi. Bu efsaneye göre, aslında Carcassonne gerçekte yok; yalnızca bir rüya, bir hayal... Oradan geçenlerin gördüğü de, bu doğrultuda kendini yaratmış bir yanılsamadan ibaret. Doğrusunu isterseniz, karşıdan Carcassonne’a baktığınızda görünen manzara öylesine masallardan çıkmış bir görüntü gibi ki, insana bu efsane gerçek bile olabilir gibi geliyor…



Nimes’e gelince, bence bu mütevazi kent de Roma devrinden kalan tarihi eserleri ve özellikle de günümüze dek en iyi muhafaza edilmiş Roma amfitiyatrosu olma özelliğini taşıyan “arenası” ile yöreye yapılan her gezinin ana mönüsüne dahil olmayı kesinlikle hak ediyor.


 
Akdeniz’in doğası malum… Ilıman iklim, dolu dolu yaşanan dört farklı mevsim, dünyanın en güzel denizinin tüm nimetleri, kızgın güneş, renkli bitki örtüsü… Başta narenciye, incir ve nar olmak üzere, türlü çeşit meyve ağaçları; üzüm bağları; mantarın envai türü; patlıcan, sarımsak, domates ve tüm sebzeler; kekik, biberiye, nane, fesleğen önde gelmek üzere binbir çeşit ot ve hepsinin ecesi, asırlık zeytin ağaçları, bu ağaçların meyvelerinin suyu, yani sızma zeytinyağı… Doğadan gelen tüm bu özellikler, kendi çeşit ve kalite zenginlikleri doğrultusunda bir yaşam biçimi ve yeme içme kültürü oluşturuyorlar. Bu durum Provence’da da aynen böyle; yani bu bölge de, tüm Akdeniz gibi, sanki bir tür yemek cenneti. Bu nedenle de, herhangi bir Provence gezisi, isteseniz de istemeseniz de eninde sonunda bir lezzet gezisine dönüşüyor. Durum, benim için de farklı değil tabii; Provence’a her gidişimden hafızamda birçok farklı tatlar ve birbirinden lezzetli gastronomik deneyimler kalmış bulunuyor. Bu tatları kent kent sizinle paylaşmadan önce, aklımdan hiç çıkmayanlara kısaca değineyim: Dünya mutfaklarında pek çok farklı yemeğe tat verir hale gelmiş olan “provençale” yani “Provence usulü” domatesli sos, fougasse yani neredeyse Akdeniz’in tüm ekmeklerinin öykülerini lezzetinde taşıyan zeytinli ekmek,  pissaladiere, yani soğanlı Provence pizzası ve de tabii “herbes de Provence” yani başta lavanta ve kekik olmak üzere Provence’ın türlü ve de ünlü otları…

Bir Provence gezisinin, kıyı kenti Marsilya’dan başlaması hem çok iyi bir fikir, hem de zaten artık neredeyse adetten. Bu yüzden ben de gezimize buradan başlamak istiyorum. Liman kentlerinin bilindik tüm güzelliklerine sahip bir yer Marsilya. İnsana sanki güneşi hiç batmazmış gibi geliyor ve gece boyu yaşanan canlılık sabaha dek bitmezmiş gibi… 2500 yıl önce Fenikeliler tarafından kurulmuş olan bu şirin liman kenti, bugün Fransa’nın da ikinci büyük kenti durumunda. Marsilya’nın Türkiye ile ilginç de bir bağı var; kentin yaşamında çok önemli yeri olan zeytin ağaçları, Marsilya’ya tarihte ilk kez Foça’dan gelmiş. Kentin şimdi bulunduğu yerde bir koloni kuran Fenikeliler, Foça’dan getirdikleri zeytin fidanlarını yörede dikmişler ve böylece hem Marsilya’nın temelini atmışlar, hem de tüm yörenin kültürünün ana kaynaklarından birisini ilk kez buraya yerleştirmişler.

 

Marsilya’nın tarihi Eski Liman’ı ve bu limanda her gün kurulan balık pazarı, yalnızca mekan olarak ve içerisinde satılan mallarıyla değil, aynı zamanda kent halkıyla omuz omuza olmak açısından da çok ilginç… Pazarda mevsimine göre, çipura ve sardalye başta olmak üzere türlü günlük balık ve bilumum kabuklu deniz hayvanları satılıyor ve yöredeki tüm diğer pazarlar gibi, bu pazarın da öğlen saatlerinde tezgahları toplanıyor. Limanın karşısında ve arkasında yer alan kafelerde, özellikle de La Samaritaine’de, Provence’ın her köşesinde içebileceğiniz ama nedense size Marsilya’da daha keyifli, daha rahatlatıcı, daha “yerli yerinde” gelecek pastisinizi mutlaka içmelisiniz. Göreceksiniz, en az rakı veya ouzo kadar Akdenizli bir içecek olan pastis, günün yorgunluğunu atmanıza bir vesile yarattığından çok hoş bir mola olacak sizin için.  

Marsilya’da mutlaka yenmesi gerekenlerin başında ünlü balık çorbası bouillabaisse geliyor; söz aramızda, bunu en iyi yapan restoran da, limandaki Miramar. Buradaki bouillabaisse gerçek anlamda geleneksel tarife göre yapılıyor, yani kaya balığı, patates, havuç ve karnabahar ile. Türkçe’de “pas” anlamına gelen rouille sosu, bouillabaisse başta olmak üzere tüm balık çorbalarının vazgeçilmez sosu. Renginden ötürü bu ismi alan rouille, biber, sarımsak, zeytinyağı ve bayat ekmeği karıştırarak yapılan hardal benzeri bir tür sos ve çorbaların içerisine sofrada bol miktarda ilave edilerek eritiliyor. Balık dışında bir lezzet ararsanız, Arcenaulx lokantasını; yemek dışında bir Marsilyalı hoşluk isterseniz, lavantalı, menekşeli ve ballı Marsilya sabunlarını öneriyorum…



Eğer Provence gezisine Marsilya’dan başlamak istemezseniz, en keyifli seçenek bence Nice kenti. Dünyadaki en eski yerleşim merkezlerinden birisi olan Nice, ancak 1860’da resmen Fransa’ya katılmış olduğu için hala oldukça kendine özgü bir yer. Kıyıdaki Promenade des Anglais’de kısa bir yürüyüş, Zonne Pietonne yani trafiğe kapalı yaya bölgesinde bir küçük tur, Saleya sokağındaki pazarı ve özellikle de çiçek tezgahlarını ziyaret ve Rosetti Meydanı’ndaki kafelerde bir soluklanma kentten unutulmaz anılarla ayrılmanızı sağlayacak kadar keyifli seçenekler. Chagall ve Rossini’nin kentinde, yemek konusunda da yüzünüzden gülümseme eksik olmayacak çünkü “balıklar denizde doğar, yağda ölür” diyecek kadar midesine düşkün, meşhur lezzet ratatouille’u yaratacak kadar mutfağına özenli ve tüm Cote d’Azure’un bir lezzeti olan salad Nicoise’a kendi adını verecek kadar yeme-içme konusunda iddialı bir kent Nice.

 

Provénce’da bir gezinin büyük kentten çıktıktan sonraki bölümü, doğanın koynunda bir sarhoşluk şeklinde gerçekleşiyor… Yemyeşil kırlar, rengarenk çiçekler ve küçük şirin kasabalar arasındaki yolculukta ikinci durağımız, Lour Marine kasabası olsun isterseniz. Bu kasabada, Fransa’nın en ünlü aşçılarından Reine Sammut’e konuk olalım… Lour Marine,  ünlü yazar Albert Camus’nün doğduğu ve yaşamının önemli bir bölümünde yaşadığı yer. Antione de Saint Exupery de, buranın büyüsüne kapılarak, Paris’ten gelip yerleşen başka bir ünlü. Aslında söz bu yörenin ünlülerinden açılmışken, hemen söylemekte yarar var; Provence ile bir şekilde bağlantısı olan, burada doğup büyümüş veya sonradan buraya aşık olarak gelip yerleşmiş isimler öyle etkileyici ki, insanın yöredeki yaşam tarzının sanatçılara verdiği ilhamı ciddiye almaması olanaksız hale geliyor. Buranın güzelliğinden esinlenen veya yörenin özelliklerini eserlerine yansıtan sanatçılar arasında, Cezanne, Alphonse Daudet, F. Scott Fitzgerald, Van Gogh, Renoir, Somerset Maugham, Matisse, Monet ve Picasso ilk anda akla gelenler. Ama yöreden ilhamını almış, burası için yaratılmış en ünlü sanat eseri herhalde Fransız besteci Bizet’nin “L’Arlesienne” süiti.

Reine Sammut’ün olağanüstü güzel mekanı La Feniere’de, mutfağa girip bizim için hazırladığı bir mönüyü birlikte pişirebiliriz. Tahminimce, bu Provence mutfağını Akdeniz’in başka yöreleriyle çok güzel bağdaştıran bir mönü olur ve mutlaka kabak çiçeği dolması içerir. Büyük olasılıkla kabak çiçeği dolmasının ardından, fırında fener balığı filetosu, Provence yeşillikleriyle hazırlanmış otlu risotto ve fesleğen dondurması eşliğinde çilek tatlısı gelir. Hemen belirteyim, bu kabak çiçeği dolması bizim Ege yöresinde pişirdiğimizden oldukça farklı; yalnızca Provence otları, kabak ve bayat ekmekten yapılan bir içle hazırlanıyor. Yemeğin beraberinde içilen şarapların muazzam lezzetini ve yediklerinizle uyumunu sizin hayal gücünüze bırakıp yola devam ediyorum…



Fransa’nın en önde gelen kültür kentlerinden, bu yörenin Paris’i sayılan Aix en Provénce’dayız. Doğrusunu isterseniz, birçok kez gittiğim yöreye şimdi geri dönüp bakınca, tüm Provence kentleri arasında en sevgiyle hatırladığım, beni en çok geri çağıran kentin burası olduğunu görüyorum. Bu aslında ilginç çünkü birden fazla kez gidilen yerler için insan tam bir değerlendirme yapmakta daha çok zorlanıyor galiba; yavaş yavaş o kente ait hissedip kendisini, taraf tutmaya başlayabiliyor. Buralıların deyimiyle kısaca Aix, gerçekte yörenin en ilginç kenti değil ama benim bu kente özel bir tukum olduğu kesin. Bu durum sanırım Provence’a son gidişimden kalma… Üniversite öğrenciliğini burada yaşamış çok sevgili bir arkadaşımla olmak, bana onun anılarını birlikte tekrar yaşama, Aix en Provence’ı onun gözünden görme, onun sevdiği gibi sevme olanağı verdiği için mi bilmem, birden kendimi burada evimde gibi, sanki hep bu küçücük kentte yaşamış ve kısa bir ayrılıktan sonra mutlulukla geri dönmüşüm gibi hissederken buluyorum. Bu durum kentleri asıl sevdirenin, orada yaşananlar ve paylaşılanlar olmasından da kaynaklanıyor olabilir; Aix en Provénce’ın sıcak gönüllü tipik bir Provence kenti olmasından da… Her halükarda ünlü ressam Cesanne’ın kenti burası ve Picasso’nun da onun kübizmin temellerini burada atmasından etkilendiği için Provence’a gelip Avingnon’a yerleştiği söyleniyor… Kentin ana caddesi Cour Mirabbo üzerindeki tipik ve sevimli kahvelerde bir bardak kırmızı şarap veya pastis eşliğinde kahve içmek şiddetle tavsiye edilir. Restoranlar konusunda hayli zengin bir dağarcığı olan bu şirin üniversite kentinde, yörede bol miktarda bulunan ve uğurlu sayılan Ağustos böceklerinin, şans getirmesi için kapıların üzerine asılmak üzere yapılmış her boyda heykellerinden birer tane edinmek de, geziyi eksik bırakmamak açısından iyi olur.

Provence’ı yeterince tanımak için mutlaka gitmenizi önereceğim iki kente daha uğrayıp yolumuza öyle devam edelim: Arles ve AvignonArles, Roma döneminden kaldığı için bu uygarlığın pek çok eserini içerisinde barındıran çok keyifli ve kişilikli bir kent. Görülmeye değer pek çok ilginç yerinin başında, benim için en çarpıcı olanı, haftalık pazarı desem, herhalde şaşmazsınız… Bizim veya herhangi başka bir Akdeniz kentinin pazarlarından hiçbir farkı yok aslında ama belki beni bu kadar etkileyen de zaten bu kadar çok Havran veya Ünye pazarlarına benzemesi. Aklımda en çok kalan görüntüyse, on-on beş çeşit değişik zeytinin bir arada satıldığı zeytin tezgahları; belki de bu, dünyanın en fazla sofra zeytini tüketen ülkesi olduğumuz halde, bizdeki manzaranın bu kadar zengin olmamasından… Arles ayrıca, Camargue yani yörenin ünlü delta bölgesinin de en önemli şehri. Bu yüzden, Arles’a kadar gidince, Camargue’daki tuzlalardan gelen ve henüz katılaşmamış deniz tuzundan oluşan fleur de sel (tuz çiçeği) ve bu kente özel sayılabilecek kırmızı pirinçten mutlaka tatmak ve almak gerek.


 
Aslında sözünü etmek istediğim ikinci kent Avignon ama bundan önce, söz pazarlardan açılmışken, en büyük ve en meşhur pazarın içerisinde kurulduğu Provence kentini de kısaca size aktarmak istiyorum. Bu kentin adı, Apt ve aslında  pazarın kurulu olmadığı günlerde fazla bir özelliği var mıdır, bilmiyorum ama pazar gerçekten bu işin meraklıları için nefes kesecek özellikte… Kurulduğu günlerde, tüm kent büyük bir pazara dönüşüyor, tıpkı Ödemiş pazarı gibi ve yine aynı Ödemiş’te olduğu gibi, binbir çeşit sebze, meyve, ot, baharat ve peynirin yanında, yörenin ünlü dokumalarının ve sabunlarının da en güzelleri bu pazarda bulunuyor. Apt’ın pazarının dışındaki en önemli özelliği, yine bir yiyecek… Aioli adı verilen ve görünürde mayoneze benzer bir tür sos olan bu yiyecek, en fazla Katoliklerin oruç günü olan cuma günleri tüketiliyor çünkü zengin ve fazla lezzetli yemeklerin yenmesinin yasak olduğu bu günlerde, eşsiz lezzetiyle nispeten yavan kalan yemeklere tat katmış oluyor. Yörede cuma günleri haşlanmış sebzeler, yumurta ve Türkiye’nin aksine burada kırmızı etten daha ucuz olan ve daha sıradan sayılan balık haşlamaları yeniyor ve bunların hepsi bol miktarda aioli’ye bulanarak tüketiliyor. En çok tüketilen balık da, morina veya yakın akrabaları… Aioli, yalnızca sarımsak, zeytinyağı ve çok az da bayat ekmek kullanılarak üretilen bir tür sos. Özelliği, tabir yerindeyse, ilik gibi kıvamlı ve olağanüstü lezzetli olmasına karşılık, içerisinde bu kıvamı sağlamak için en iyi yardımcı olan yumurtanın hiç bulunmaması. Yani aioli, tamamen bir gelenek ve sabır ürünü…

Evet, nerede kalmıştım? Avignon… Yörenin en önemli kentlerinden birisi Avignon. 13. Yüzyıla, yani Papalık Vatikan’a taşınıncaya kadar, Papaya ev sahipliği yapmış. Hatta bu tarihten sonra da bir süre, Avignon bu konumundan vazgeçmek istemediği için, iki kentte iki ayrı Papalık var olmuş. Bu nedenle, bu gün ünlü katedrali hala hacca gelenlerle dolu. Ama günümüzde Avignon’un önemi, ünlü bir sanat kenti olmasında. Geleneksel hale gelen tiyatro, müzik ve sinema festivalleriyle, artık dünyanın sanat merkezlerinden birisi Avignon. Bir de tabii, ünlü şarkısı sayesinde meşhur olmuş Avignon Köprüsü var. “Peki, hani gastronomik özellik?” derseniz, en belirgin marifeti şarapları. Papaların içmesi için şarap üretmek üzere dikilmiş olan özel bağlar sayesinde, kentin şarapçılığı çok ilerlemiş ve bu gün de yörenin şarapları, “Papaların Şarabı” olarak biliniyor.

“Bizim bildiğimiz bu Provence kırlık bir yerdir. Nedir bu kadar kent gezmek?” dediğinizi duyar gibiyim… Haklısınız, Provence’ın kırlarını galiba biraz ihmal ettik… Bunu benim kentlere olan merakıma verin ve lütfen, benimle gelin, sizi gezimiz  bitmeden Provénce’ın kırlarının ve köy hayatının tam kalbine ve de belki de aslında bu gezinin en güzel mekanına götüreyim… Sözünü ettiğim yer, Viens… Burada bizi, Provence Mutfağı’nın geleneksel özelliklerini korumak için sarf ettiği çabayla ünlenmiş çok önemli bir şef, dostum Robert Emony ağırlayacak. Robert de, tıpkı Reine gibi, bizi mutfağına alacak ve mesela kırların ortasındaki bu tipik taş Provence evinde, hep birlikte, ekşili sardalye, ançuez, yalnızca uskumru ve patatesle yapılmış bouillabaisse ve keçi sütünün fırınlanmasıyla oluşan olağanüstü bir tatlı hazırlayacağız. Ya da, gecenin geç saatlerine kadar, bahçede kurulan sofranın etrafında sohbet edip ondan, morina balığından mus yapmayı, kendi yarattığı kavun reçelli gatonun lezzet sırrını, yörede kuzu etinin nasıl diğer kırmızı etlere tercih edildiğini ve Fransa’nın en ünlü lezzetlerinden birisi olan tapanade’ın artık ölmekte olan geleneksel yapılış biçimini öğreneceğiz. O zaman anlayacağız ki, ançuez, zeytinyağı ve yeşil veya siyah zeytinin ezmesiyle yapıldığını sandığımız çünkü artık Fransa’nın her yerinde böyle hazırlanan tapanade, aslında orijinal bir Provence lezzetidir ve geleneksel hazırlanma biçiminde, zeytin ezmesinin yerini alan malzeme, kaparidir. Yine öğreneceğiz ki, zaten “tapen” kelimesi de, kaparinin Provence dilindeki adıdır…

 

Bu olağanüstü Ortaçağ kentinin Mardin’i çok hatırlatan siluetine uzaktan bakan bir kır evinde sohbetimizi sürdürürken, masamızda bize, önce, yörede evlerde üretilmiş özel bir pastis (ki bizim rakımızın su katılınca rengi sarıya dönenidir çünkü içerisinde anasona ilaveten türlü çeşit farklı otlar vardır), ardından, yörenin üzümleriyle yapılmış ve yine yörenin adetleri gereği, sofraya üç farklı rengi (beyaz, roze, kırmızı) birlikte getirilen enfes şaraplar ve de en son Fransızların “marc” dediği bir tür boğma rakı, ya da daha iyi bilinen adıyla grappa eşlik edecek. Bu boğma rakı, Robert’in kendi hazırladığı malzemeden, yörede köy köy gezen gezgin destilatörler (damıtıcılar) tarafından dostumuzun evinde damıtılmış olacak çünkü buralarda adet böyledir. Yılın belirli zamanlarında köye gelen bu damıtıcılar, sırayla köydeki bütün evlerin hazır ettiği üzümü damıtarak, marc üretirler. Bu marc, cam şişede bekletilirse, tüm boğma rakılar gibi beyaz; meşe fıçıda bekletilirse de, konyak ve viski gibi sarımsı renkte olur. Robert bize bu eşsiz içeceği, cam damacanasından, kalın cam bir pipetle çekerek, yani geleneksel yöntemle ikram edecek...

Evet, iyice geç oldu. Ünlü ev sahibimizin konukseverliğini suiistimal etmemek için, artık gitmek vaktidir… İnsan Provence’a şöyle bir göz atınca bile, ömür boyu kendisiyle kalacak anılar ediniyor, değil mi? Oysa daha, lavanta balından; kuru çiçekle süslenmiş hasır şapkalardan; Cavaillon kentinin aynı ismi taşıyan eşsiz lezzetteki küçücük ve kokulu kavunundan ve onunla birlikte yenen çiğ jambon ve içilen porto şarabından; taze ve eski keçi peynirinin lezzet farkından; tüm kentlerde mevcut olan olağanüstü keyifli ve zengin gourme shop’lardan; dantel gibi ince ve huzurlu bir balıkçı köyü olan Cassis’in aynı adı taşıyan meyveden yapılmış eşsiz dondurmasından ve ünlü içkisi creme de cassis’ten; Provence’ın türlü çeşit otundan; Sorgue nehri üzerinde kurulmuş olan L’isle sur la Sorgue kentinin antika pazarından, nehrin üzerindeki eski su değirmenlerinden ve kanal kıyısında, söğütlerin altındaki eşsiz güzellikteki kafelerinden; hemen hemen tüm Provence kentlerinin meydanlarında kurulmuş olan rengarenk atlı karıncalardan hiç söz etmedik… Kıyıya inip Cote d’Azur boyunca, başta Toulon olmak üzere, karşımıza çıkan her sahil kentinde mola verip günün hangi saatinde olduğumuza bağlı olarak damağımızı kah pastis, kah kahve ile şenlendirmedik. Cannes’a uğrayabilirdik örneğin veya St.Tropez’ye ve böylece çocukluğumuzdan beri gazetelerin manşetlerinden bize göz kırpan şöhret ve lüksün beldesini, kır yaşamının ve doğanın tevazuuna bu kadar yakın bir noktada bulmanın keyifli şaşkınlığını yaşardık. Ya da daha içerilere gidip Manosque gibi ufacık başka kentlerde Alp dağlarının Provence bölgesindeki uzantılarının keyfini çıkarırdık. 

Bu kısacık sohbetten, eminim Provence’ı tanımlayan imgeleri seçip hafızanıza kaydettiniz bile… Provence’ı daha önceden tanıyanlarınızın anıları, yeni tanışanlarınızın da hayalleri renklendi… Çünkü bu imgeler öyle canlı ki, aksi mümkün değil… Baksanıza, ne çok hem kanınızı kaynatacak, hem huzur verip yatıştıracak şey var çevrede… Güneşli öğleden sonralarda, mahmur ve tembel gerinmeler ama pırıltılı sabah güneşlerine umulmadık derecede erkenden ve kendiliğinden uyanmalar; sofra sohbetleriyle birlikte kıvam bulup tatlanan Akdenizli yiyecekler; havada hep sarhoş edici bir ıhlamur ve katırtırnağı rayihası; uzun yaz günlerinde buzlu serin içecekler; sessizce guruldayarak kucağınıza kıvrılan bir kedi; gelincik tarlaları; meydanlarda pétanque (petank) oynayan erkekler; fesleğenli soslar; akşamüzeri evlerden sokaklara sızan zeytinyağında pişmiş sarımsak kokusu; çıldırtıcı renkleri ve kokularıyla, göz alabildiğine lavanta tarlaları; yıllanmış şaraplar; meyvelerin ağırlığından dalları bükülmüş olağanüstü güzellikteki kiraz ağaçları; köy kahvelerinde pastis içen yaşlılar; Ortaçağ kentlerinde daracık sokaklar; yemekten sonra mutlaka siesta yapılan kır evlerinin bahçelerinde, arıların sessizlikle ortaya çıkan ve güneşte iyice ballanan vızıltısı; mevsiminde dünyanın en iri ve en sarı ay çiçekleri; galvaniz bahçe kovaları; yıllar sonra yeniden ilk defa sabahları horoz sesi duymak; kızgın güneşe karşı bir tedbir olarak sürekli kapalı tutulan panjurlarıyla taş evler ve o panjurların pembe, yeşil, eflatun çılgın renkleri… Hiç süslenmeden kendi doğal hallerine bırakılmış yorgun bahçelerde, akşamüstü tahta masalara lavanta, gelincik ve ay çiçeği desenli örtülerle kurulan sofralar; bir yerlerde mutlaka kendini güneşe bırakmış kim bilir kaç yüzyıllık Marsilya usulü içi sırlı bir zeytinyağı küpü… Bunların hepsi de, insanın içinde oralarda olma ve mümkünse hep oralarda kalma isteği uyandırıyor, değil mi?

Güzin Yalın / 13 Kasım 2010, Cumartesi


 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 

“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”

       

01 Bamboleo / Zorro / "Original Soundtrack" albümünden
02 Donna Donna / Hélène / "Dorothee" albümünden
03 Fikrimin İnce Gülü / Ceylan Ertem / "Soluk" albümünden
04 Danza Espagnola No:1 (La Vita Breve) / Falla / "Iberica" albümünden
05 Maybe This Time / Natasha Richardson / "Cabaret" 1998 Original Cast Album
06 God Bless The Child / Mishka Adams / "Willow Weep For Me" albümünden
07 İstanbul / Birsen Tezer / "Cihan" albümünden
08 Sloop John B / The Beach Boys / "Great Artists at the Movies" albümünden
09 Plaine Ma Plaine / Anonim / "Cafe Russia; Best Tzigane Songs"
10 Leaving on a Jet Plane / Peter, Paul and Mary / "The Very Best of Peter, Paul and Mary" albümünden"

       


 Ayın  Kitaplarından Seçmeler... Ayın Kitaplarından Seçmeler...

“İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür…”

Kim ne derse desin, ben kitap okumanın insanı sadece en fazla oyalayan ve aydınlatan ve eğlendiren şey olmadığını, aynı zamanda da en çok dinlendiren eylem olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de, özellikle yaşam tempomun bu günlerdeki kadar hareketli olduğu zamanlarda kitap okumaya ayırdığım zamanı arttırdığımı fark ediyorum. Bazen çok eskiden okuduğum bir kitaba geri dönmüş buluyorum kendimi, bazen de yaman bir macera olduğu çok açık yepyeni bir kitaba dalıyorum. Bu ayki kitaplar, işte böyle bir seçimin sonucu. Umarım sizi de gündelik uğraşlardan uzaklaştırarak dinlendirirler.

     

- “Ficciones Hayaller ve Hikayeler (Toplu Eserleri 1)” / Jorge Luis Borges / İletişim Yayınevi
- “6-7 Eylül 1955 Olayları; Tanıklar-Hatıralar” / Rıfat Bali (Derleyen) / Libra Kitapçılık
- “Eskiden, Çok Eskiden” / Petros Markaris / Turkuaz Kitap

İlk kitap, geri dönüp bir kez daha okuduklarımdan. Borges’in “Sur” dergisinde yayınlanan öykülerinden bazılarının kitap haline getirilmesinden oluşuyor. Doğrusunu isterseniz, Borges okumak kolay bir uğraş değil. Hem dilin durmadan açılan katmanları, hem de imgelerin inanılmaz derecede sınırsız biçimde katlanıp çoğalması, insanı başlangıçta zorluyor ama bir kez temposunu yakaladınız mı, bir Borges metninin insana verdiği keyifle kolay kolay hiçbir şey boy ölçüşemiyor bence.

İkinci kitap, “keşke gerçek olmasaydı” dediğim bir yakın tarih olayının ilk elden tanıklarının anlattıklarıyla oluşturulan belgesi. Okuması insanın içini açan bir kitap değil doğal olarak ama rezaletin boyutlarını iyice anlamak ve unutulmasına asla izin vermemek açısından çok gerekli ve yararlı.

Üçüncü kitabı, polisiye meraklılarına, İstanbul sevdalılarına ve kitap okumayı en çok hoşça vakit geçirmek için isteyenlere özellikle öneriyorum. İnsanı rahatsız eden kanlı / korkulu tanımlamalara girmeden, meraklı bir cinayet öyküsü anlatıyor Markaris ve bunu İstanbul’un pek çok güzelim özelliğini fon olarak kullanarak yapıyor. Kitap tüm bu keyiflere ilaveten, Yunan ve Türk toplumlarının benzer yanlarını de çok hoş bir şekilde hatırlatıp sevgiyle gülümsetiyor insanı.

Cazkolik.com / 13 Kasım 2010

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.