Her yüzyılın tarihe bir çentik attığı kesişme noktası Berlin

Her yüzyılın tarihe bir çentik attığı kesişme noktası Berlin

Dinlediğiniz müziklerin listesini yazının sonunda bulabilirsiniz


İnsan Türkiye’de yaşayınca, dünyanın aşağı yukarı ortasında yaşar; ya da kendisini öyle hisseder... Bu da yeryüzünde pek çok yere, birçok başka ülkeden göreceli olarak daha yakın olmak demektir. Zaten aslında en batıdan gelip en doğuya gidenlerin ya da bunun tam tersini yapanların çoğunlukla uçuş bağlantılarını Türkiye üzerinden yapmalarının nedeni de budur. Bu gerçeğin burada sürekli yaşayan ve bencileyin seyahat etmeyi sevenler için anlamı ise bir yerlere daha kolayca ulaşabilme ve dolayısıyla gitme kararını daha rahat verebilme lüksüdür. Seyahat etmek için tabii ki her şeyden önce sağlam sağlık, yeterli zaman ve maddi imkan gerekir ama bu üçünün bir arada bulunması meseleyi çözmez; yollara düşmek için gerçek merak, bir miktar bilgi, bolca istek ve yeterli kararlılık da gerekir. Türkiye’de olmak, gitmek isteyeceğiniz pek çok yere nispeten yakın bir noktada bulunmak da insana işte bu kararlılığı kazandırır. Ya da bana öyle olur; sürekli seyahat etmek için bahane aradığımdan... Bu yüzden, malumunuz olduğu üzere, uzak yerlere gitme kararını ben çok kolay alırım! Ama itiraf edeyim, bazen de insanı yakınlar çağırır! Bildiğiniz bir coğrafyada, nelerle karşılaşacağınıza dair merak ve hevesle gizlenmiş o tuhaf endişeyi duymadan, sadece özlediğiniz şeyleri yeniden yaşayarak ruhunuzu dinlendirmek istersiniz bazen. İstanbul’da yaşıyorsanız, böyle durumlar için ilk akla gelen Türkiye’nin başka bir kentine uzanıvermektir tabii veya kısa bir uçuş mesafesinde bildiğiniz bir kültüre ulaşacağınız bir Avrupa şehrine niyetlenmektir. Ben de fırsat buldukça geçerli bir neden yaratıp bu ikisinden birini gerçekleştirmeye özen gösteririm. Geçen ay yine öyle yaptım ve yakaladığım çok keyifli bir nedeni değerlendirip günlük yaşamdan kısa bir mola almak için Berlin’e gittim. Bu seferki nedenim Berlin Operasının (Deutsche Oper Berlin) temsillerinden birisiydi; pek bir hayran olduğum ünlü tenor Roberto Alagna, Bizet’nin “Carmen” operasında Don Jose rolünü oynuyordu; ben de zaten Berlin’e gitmek için bahane arıyordum!



Bu bahaneyi arıyordum çünkü Berlin ile daha önceki gidişlerimde bir türlü halledemediğim bir hesabım vardı. Aslında Berlin benim “kent pişmanlıkları” adını verdiğim bir grup hayıflanma öyküsünün başrol kahramanlarından birisidir çünkü. Kısaca açıklayacak olursam ben, tamamen değişip başka bir kimlik kazanıncaya kadar görememiş olduğum bazı özel kentlerin bir daha asla tanık olamayacağım geçmiş durumlarını kaçırmış olmaktan dolayı garip bir pişmanlık duyarım ve Berlin’e de duvar yıkılmadan önce bir türlü gidemediğim için epeyce pişmanımdır! Bunca gezme merakıma ve dünyanın en uzak köşelerine gitmişliğime rağmen, burnumun dibindeki Berlin’in duvar ile ortadan bölünmüş olarak iki farklı kent halinde yaşadığı zamana ilk elden tanıklık etmemiş olduğuma hep yanarım. “Keşke ertelememiş olsaydım” derim “Berlin’i duvar henüz varken, yani Doğu Berlin ile Batı Berlin sadece o duvarla değil yönetenlerin dünya görüşüyle ve yaşayanların yaşam biçimiyle de keskin biçimde ayrılmışken gidip görseydim”. Büyük olasılıkla sırf birbirlerinin aynasında yansıdıkları için, karşılıklı olarak gerçektekinden daha canlı ve renkli ve gerçektekinden daha boğucu ve sönük gözüken iki farklı yaşam biçiminin tadına aynı günün içerisinde bakmış olsaydım; birinden ötekine bu kadar çabuk geçebilmenin şaşırtan sarsıntısını yaşasaydım keşke. Düşünsenize, aynı kentin iki farklı yanı, iki tamamen farklı hayat sunuyor size... O zamanlar, bugün şehrin en şenlikli caddelerinden birisi olan meşhur Friedrichstraße’nin bir ucundayken Doğu Berlin’desiniz, diğer ucunda Batı Berlin’de. Ve ne denli ayrı iki boyutta yaşarlarsa yaşasınlar bu iki kentin iklimleri, tarihleri, müzikleri, dilleri ve hatta insanları aslında aynı. Çok çarpıcı değil mi? Keşke onlar hala bu şekilde yaşarken bir biçimde aralarına karışsaydım; anlatılanları dinlemek veya yazılanları okumak yerine ne hissettiklerini, yaşamı nasıl algıladıklarını, korkularını ve umutlarını kendim görmüş olsaydım… Sadece insanları değil, benim için neredeyse o insanlar kadar yaşayan bir kavram olan kentin kendisini de birinci elden keşfetseydim. “Doğu” ile “Batı”nın haritanın biri sağ ve öteki sol taraflarında yer almanın ötesindeki politik, ekonomik ve kültürel zıtlıklarının günlük yaşama yansıyan anlamını sadece okuyarak değil kendim görerek de öğrenseydim.



Batı Berlin’e gelmiş olsaydım mesela önce ve sabah erkenden, içim endişeyle ürpererek, yıllardır duyup nedenini tam da bilmeden korktuğum duvarın ötesine, Doğu Berlin’e geçseydim; kenti görmek, havayı solumak, düzeni tanımak için. Ve görünürde bir de bahanem olsaydı; “Bergama Müzesindeki Zeus Sunağı’nı görebilmek için” deseydim… Sonra yerlerinden koparılmış oldukları için doğalarına aykırı yapay mekanlarında gözüme son derece yalnız ve iğreti görünen ünlü tapınağın ve yanı başında sergilenen Babil İştar Kapısının önünde, tarihin akışı ve insanoğlunun zaafları üzerine kendi kendime felsefe yaparken, bu güzelim müzeyi nihayet gördüğüm için yaşadığım mutluluğun yanında, Batı’ya geri geçmek için geç kalıyor olma kaygısı da duysaydım. Dönüş yolu boyunca, duvarın farklı yakalarında kaldıkları için bir gün birdenbire ayrı düşmüş olan sevgilileri; öbür yandaki yakınlarını merak eden yaşlıları; beri yakaya geçebilme özlemiyle uykusuz kalan, hatta ölümü göze alan gençleri uzak birer haber olarak değil de gördüğüm bir gerçeklik olarak, tam içindeyken düşünseydim kederle… Sonra günün sonunda, “ait olduğum” dünyaya sorun yaşamadan dönmüş olmanın verdiği gevşemeyle, Doğu’ya geçtiğim için endişe içinde karşılaşmayı beklediğim sorunun ne olduğunu bile zaten tam bilemeden, kendimi Batı Berlin’in ünlü eğlence gecelerinden birisine atsaydım… Bir kabarede o güne dek sadece Weimar dönemi Almanyasını anlatan filmlerde gördüğüm türden bir burlesk gösteri izleseydim veya daha iyisi, Bertholt Brecht’in kurduğu ve hala onun geleneğini sürdüren ünlü Berliner Ensemble Tiyatrosu`nda, üniversite yıllarımda küçük rollerinden birisini oynadığımdan beri ezbere bildiğim bir Brecht oyunu seyretseydim; “Arturo Ui’nin Engellenebilir Yükselişi” olsaydı oyun mesela… O zaman, yani Doğu Berlin daha varken, bir Brecht oyunu izlemek de daha keyifli olurdu mutlaka; buz gibi bir Batı Berlin gecesinde, gecenin akıl almaz bir saati, dudaklarımda bir Kurt Weill ezgisiyle, ışıklı bir Kneipe’den (sanki biraz da “karşı taraf”a inat olsun diye) kahkahalar atarak çıkanların arasına karışıp bir sokak satıcısından Berlin’in meşhur yiyeceği Currywurst (köri soslu sosis) satın almak da...




Sonra mesela, Friedrichstraße’nin üzerinde, alışveriş yapan kalabalığın ortasında sıkışıp kalmış ve aslında artık yok sayılabilecek şu ünlü Checkpoint Charlie yani Berlin Duvarı üzerindeki en kritik askeri kontrol noktası; yani soğuk savaş günlerinin her iki yanda yaşayan Almanlardan çok bir tarafta Amerikalıların, diğer tarafta da Rusların gövde gösterme aracı haline gelmiş olan sembolü, asla turistik bir çekim nesnesi olmak üzere planlanmadığına ve de tabii ki orijinal günlerinde çevresi de şimdikinden çok farklı olduğuna göre, onun önünden henüz gerçek bir anlam ifade ederken geçmiş olsaydım neler görürdüm acaba? Peki ya duvar, duvarın kendisi yani? İbret-i alem için bir hatıra objesi olarak kentin kuzeyinde bırakılış olan minicik göstermelik kısmından fazlasını görmüş ve ürpererek “ya ben de?!” demiş olsaydım da Berlin’i bugün sevdiğim kadar sever miydim? Duvarın batı yüzünün, hemen hepsi doğuya yönelik eleştiriler içeren grafittiler ile dolu olması, bunları çözmeye çalışmak, bir yenisini ekleyerek ahkam kesmek hatta, acaba nasıl bir duygu yaratırdı bende? Ellerimle o zaman dokunabilmek o duvarda karşıma dikilen Avrupa’nın yakın tarihine nasıl olurdu? Veya kent anlaşmazlığa düşüp ikiye bölünmüşken, sanki tıpkı ortasından kesilmiş bir kumaş parçasını tam da birleştiremeden ancak büsbütün kopmasına engel olacak kadar bir arada tutabilen kalın bir ip parçası gibi Doğu Berlin ile Batı Berlin’i birbirine teyelleyen U-Bahn’da bir gün yolculuk yapsaydım? Friedrichstraße’deki o meşhur, bir yanı Doğu bir yanı Batı Berlinlilere ait olan ortak metro istasyonundan binmiş olsaydım U-Bahn’a ve Batı Berlin trenlerinin duraklamadan geçtiği Doğu Berlin istasyonlarında dışarıya korku ve kuşkuyla bakan batılı yolculardan veya geçip giden treni özlem ve istekle izleyen doğululardan birisi olduğumu hayal etseydim; kullanılmadığı için “hayalet istasyon” adını almış olan duraklardan birinde geçen olası bir korku hikayesinin kurgusunu yapsaydım kafamda bir yandan...



Kısacası, bunca yıldır Berlin ile ilgili temel duygum hep pişmanlık olarak kaldı. Keşke içerisinde iki kent birden barındıran o inanılmaz kenti, kendimi bildim bileli duyduğum haliyle de bir görmüş olsaydım, yaşam biraz da insanı ürkütecek kadar kurallar, yasaklar veya buna inat coşkular, taşkınlıklar anlamına geliyorken. Keşke adına Doğu Berlin denilen ve artık var olmayan o kenti yüz yüze gelerek tanımış; mutsuzluğunu, umutsuzluğunu gözlerimle görmüş olsaydım. Ve tabii bir “Doğu Berlin” var olduğu için ister istemez mevcut olan “Batı” Berlin’i de. Keşke; keşke… Öte yandan, bir yanımla böyle hayıflanıp dururken aklımın bir diğer yanıyla da aslında bölünmüş kentin bazı klasik köşelerinin (örneğin ikiliğin tam ortasında kalan ve yanı başındaki duvar yıkılıncaya kadar tepesinde bir Demokratik Almanya bayrağı taşıyarak ve şaşaalı tarihine hiç yakışmayan bir yalnızlığa terk edilmiş olarak savaştan aldığı yaraları sarmaya çalışan Brandenburg Kapısı’nın veya gördüğü hasar onarılıp savaştan sonra ziyarete açılınca muhteşem bahçesi ve avlusundaki ünlü Keiser Wilhelm heykeliyle kenti ziyaret edenler için büyük cazibe merkezi haline gelmiş olan Almanya’nın en büyük sarayı Charlottenburg’un) bugün de birleşme öncesindeki hallerinden fazla farklı olmadıklarını yani onları önceden görmemekle bu anlamda çok da fazla bir şey kaçırmadığımı bal gibi hep bildim. Şüphesiz bir zamanlar ikiye bölünmüşken ona olağanüstü özel kimliğini veren şeyler yani benim asıl kaçırdıklarım bu çok bilindik tarihi yerler değil ancak içine karışarak görebileceğim kimsenin fark etmediği gündelik yaşam kesitleri, gözlerden gizlenen ufak ve iddiasız detaylar, savaşın geride bıraktıklarını kentin iki ayrı bölümünün iki farklı biçimde algılayıp yaşamaya çalışmasıydı ama ben artık böyle geçmişi düşünüp durmak yüzünden kentin bugününü de kaçırdığımı nihayet fark etmiş olduğum için Berlin’in tarihinden kocaman bir bölümü tamamen yitirdiğimi çaresiz kabullendim. Sonunda belki de artık geçmişteki sözünü ettiğim ikili yaşamdan kalan izler giderek silindiği ve dolayısıyla oradayken bana kaçırdıklarımı hatırlatacak fazla bir şey kalmadığı için bu konuda kendimle barış yapabileceğime karar verdim. Belki bu yüzden veya belki bir kenti mümkünse mutlaka sevmeye yönelik içimde sürekli taşıdığım o karşı koyulmaz istek sayesinde, sonunda geçen ay bir gün benim tüm ölçütlerime göre zaten çok cazip olması gereken güzelim kent Berlin’i yeniden keşfetmeye niyetlendim. Ve bu Noel vakti, Berlin Operasının “Carmen” temsilini bahane edip Berlin’e, aslında biraz da bu yüzden gittim; kaçırdığım için beni üzüntüyle kıvrandıran geçmiş zaman boyutları hiç var olmamış gibi davranıp bu güzel kentin “şimdi”sinin layıkıyla keyfini sürmek için...



Bu yüzden, bu kez sizinle paylaşmak istediğim öykü öyle çok egzotik veya çarpıcı bir öykü değil; üstelik belki de sadece bir tek kente ait bile sayılmaz. Tersine, aslında herhangi bir Batı Avrupa kentinde yaşayabileceğiniz bir hoşluğu, huzur dolu bir kış öyküsünü aktarmak istiyorum ama ilginç bulduğum, beni hep kışkırtıp geri çağıran kentlerden birisi olan Berlin’e yerleştirerek… Oraya giderek şehrin Noel havasını solumak, hem Berlin’i bir kez daha yaşamış olmak hem de Avrupa kültürünün çok özel bir boyutunun tadına varmak bana iyi geldi; tattığım bu keyfi sizlerle de paylaşmak istiyorum. “Bu yıl Noel geçti artık; öyküsünü ne yapalım!” diyorsanız eğer, o zaman umarım anlattıklarım bir dahaki Noel’e kadar aklınızda kalır ya da belki bu ilginç kent sizi o kadar çok “çağırır” ki, başka bir zaman kalkıp gider, öykünün izini bir başka mevsimde benim bıraktığım yerden siz sürersiniz… Ve inanın hiç pişman olmazsınız. Neden derseniz, aslında Noel mevsiminin fazladan yarattığı pırıltının yokluğu dışında, gideceğiniz her hangi bir zamanda kentin keyfinde değişen fazla bir şey olmaz çünkü Berlin ilginç bir biçimde, gezmekten ziyade yaşamak için güzel olan bir kenttir. Bir süre için de olsa içine yerleşip günlük yaşantısına karışmayı başarırsanız detaylarda gizli olan tatları ve insanı farkında olmadan sarıp içine alan temposu mevsimlerden bağımsız olarak çok cazip hale gelir. Ne zaman giderseniz gidin, Berlin’in büyüsü size sunacağı hayatın zenginliğindedir: Öyle kolay kolay her kente nasip olmayan ve çağrışımları kötü de olsa, çok yakın geçmişte gerçekleştiği için ister istemez herkesi ilgilendiren bir tarih öyküsü; içerisinde birbirinden ilginç operalar ve bale gösterileri, tiyatrolar ve kabare şovları, müzeler ve sanat galerileri taşıyan az bulunur düzeyde bir sanat zenginliği ve canlı bir gece hayatı, birbirinden kaliteli restoranlar, keyifli alışveriş semtleri ve güzelim kent mekanlarıyla süslenmiş çarpıcı bir gündelik yaşam kültürü dağarcığı… Gördüğünüz gibi, bu kent onu anlamaya niyetli olan, temposunu bir ucundan yakalamayı beceren herkes için mutluluk maceralarına gebedir.



Öyleyse buyurun, soluğumuzun havada donduğu buz gibi bir kış günü sıkıca giyinip Berlin’i gezmeye başlayalım. Ben bu başlangıcı coğrafi olarak şehrin ortasında olduğu ve kentin tarihi ve siyasi merkezi sayıldığı için eskiden bir Doğu Berlin semti, şimdilerdeyse gelişip değişen kentin en canlı yaşam noktalarından biri olan Mitte (Merkez) bölgesinden yapmayı öneririm. Buradan kentin istediğiniz yönüne doğru yollanıp belki ilk önce Leibzigerstraße caddesinden yavaş yavaş Potzdamerplatz meydanına yürürsünüz. Meydana az kala soldaki İletişim Müzesi’nin alt katında yer alan Das Kaffeehaus’ta küçük bir mola öneririm ilk olarak; sahibesi Viyanalı Sarah’ın deyimiyle “ein bischen Vienn im Berlin” (“Berlin’de bir tadımlık Viyana”) olan bu ilginç mekanın kekleri/pastaları gerçekten özel olduğu için. Sonra, kaldığınız yerden yolunuza devam ederken, aynı sıradaki Başkaldırı Meydanı’nda (Platz des Aufstandes) duraklarsınız belki… Birçok gelip geçenin belki de farkında bile olmadığı bu minicik alanda önce yerde kaldırımın üzerinde, içerisine eski silik siyah beyaz bir fotoğraf yerleştirilmiş özel camlı bölüm mü ilginizi çeker yoksa bunun önünde bulunduğu tarihi binanın dış duvarındaki kocaman duvar resmi mi bilmem ama bunlardan birisi gözünüze çarpınca, üzerinde bulunduğunuz alanın bilmeden gelip geçenlerin zannettiği kadar sıradan olmadığını hemen anlarsınız. Bu resimlerin anlattıkları öykü 1953 yılına dairdir ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin tarihindeki en hüzünlü öykülerden birisidir. Burası, ağır çalışma koşullarına itiraz eden inşaat işçilerini devlet, Sovyetler Birliğinden askeri destek alarak, susturmaya çalıştığı için çıkan çatışmaların ve masum bir hareketin zorla ciddi bir direnişe dönüşerek kayıtlara “1953 İsyanı” olarak geçecek hale gelmesinin anısına düzenlenmiş bir kent köşesidir. 1953 İsyanı’nın bilançosu bilinen kadarıyla elli beş ölü ve Demokratik Almanya hükümeti tarafından, sonunda meşhur Berlin Duvarı’nın inşa edilmesine kadar gidecek bir dizi arttırılmış baskı uygulamasıdır. Ve bana sorarsanız, sonuçlarını kendilerinden başkalarına hatta tüm dünyaya da ağır biçimde çektirmiş oldukları vahim hatalarının bedelini büyük sarsıntılarla ödemek zorunda kalmış bir milletin tarihinden aktarılabilecek en gölgede kalmış ama en çarpıcı detaylardan birisidir.



Bir sonraki durağınız yolunuzun üzerinde, Potzdamerplatz’dan hemen önce yer alan Leibzigerplatz’daki daimi Dali sergisi olmalıdır bence. Bu sergi, iddiasız sunumunu gözden kaçırıp atlamazsanız eğer, içeri girdiğiniz andan itibaren sizi şaşırtacak zenginlikte bir güzelim sergidir. Hem zaten Potsdamerplatz’a giden yolun üzerinde durup bir nefes almak, Noel havasını solumak, ışıklı binaları ve renkli Noel ağaçlarını seyretmek için bu meydan çok iyi bir noktadır. Üstelik meydanın karşı tarafındaki kendi halinde alışveriş merkezi aslında zamanında bir sosyal fenomen haline gelmiş tarihi Wertheim Department Store’un şimdiki halidir; o Wertheim ki, 1897’de açılmasından sonra kırk yıl kadar çeşitli biçimlerde büyüyerek bir alışveriş mekanı olma özelliğini çok aşmış ve kentin en lüks noktalarından birisi haline gelmiştir. Özellikle Noel zamanlarında Almanya’nın her köşesinden görmeye gelenlerin istilasına uğrayan bu binanın artık adı değişmiş olsa da isterseniz hala aynı yerde sunulan zengin alışveriş imkanlarına bir göz atabilirsiniz.



Şimdi artık önünüzde Almanya’nın en ünlü meydanı Potsdamerplatz var... 1685’de açılan bu meydan, Alman İmparatorluğunun başkentiyken Berlin’in merkezi ve II. Dünya Savaşı öncesi sadece Almanya’nın değil Avrupa’nın en hareketli, en hayat dolu noktalarından birisiymiş. Hem Avrupa sosyal tarihindeki önemli yeri hem de savaş sırasında uğradığı yıkım ve sonunda ortasından geçerek üzerindeki hayatı tamamen yok eden duvarın varlığı yüzünden, tarih boyunca ilginçliğini korumuş. Kentin beş önemli sokağının kesişme noktası, 1920’lerin dillere destan gece hayatının en önemli mekanı ve dönemin Picadilly Cicus veya Time Square gibi büyük kent meydanlarının en büyük rakibi olan Potzdamerplatz’da kendinizi iyi hissetmeniz ve bu meydanın bir Berlinlinin hayatındaki yerini tam olarak anlamanız için sanırım bugünkü özelliklerini keşfe çıkmadan önce saltanatlı günlerinden birkaç noktayı hatırlamakta yarar var. Bu nedenle, meydana ulaşınca ilk yapacağınız şey, bulamayacağınızı bile bile Cafe Josty’yi aramak olur belki ve de Erik Kastner’in ünlü çocuk romanı “Emil ve Detektifler”i yazdığı hatta önemli bir sahnesini de içerisinde geçirdiği bu tarihi yerin 1930’dan beri artık var olmadığını, orijinal binasının I. Dünya Savaşında yıkıldığını ve şimdi aynı adlı bir kafenin iki yüz metre ilerideki Sony Center binasında yer aldığını bildiğiniz için onu bulamayınca fazla hayal kırıklığına uğramazsınız. Ama inanın insan yokluğundan eksiklendiği başka bazı binaların, örneğin Hotel Esplanad’ın öyküsünü hatırlayınca iç geçirmeden edemez burada. Görüntülerini “Kabare” ve “Berlin’in Üzerindeki Gökyüzü” gibi filmlerden hatırlayacağınız Hotel Espalanad II. Dünya Savaşı sırasında bir harabe haline gelip uzun yıllar duvarın yanında yıkıntılar arasında kaderine terk edildiği için bir daha hiç “Almanya’nın en ihtişamlı oteli” sıfatını taşıdığı günlerdeki haline dönememiştir maalesef. Bunun yerine, ondan artakalanlar şimdi yerini işgal eden alüminyum ve cam acubesi Sony Center’a monte edilmiş durumda. Örneğin kapısı, Sony Center’da bir camın arkasında tarihi eser olarak sergilenmekte. Keiser Wilhelm içerisinde toplantılarını yaptığı için bu adla anılan Keisersaal’dan (İmparator Salonu) kalanlar, Sony Center’ın inşasına engel olacağı için epey bir endişe yarattıktan sonra, ancak milyon avrolara yetmiş beş metre ileriye taşınmak koşuluyla muhafaza edilebilmiş! Bugün, içerisinde “Keisersaal” adını taşıyan lüks bir restoran yer alıyor. Otelin dillere destan kahvaltı salonundan kalanlarsa bölünüp taşınabildikleri kadarıyla, şimdi artık Sony Center’in içerisinde olan Cafe Josty’ye yerleştirilmiş bulunuyor. Evet, Hotel Esplanad’ın öyküsü böyle… Geride bir de konuşabilse anlatacakları, siz Potsdamerplatz’da dolaştıkça hafif bir nefes gibi kulağınıza fısıldadıkları var. Şaka değil, zamanında Charlie Cahplin ve Greta Garbo’nun kaldığı otelden bahsediyoruz!



Şimdi biliyorum, Berlin’in son yıllarda ünlenen modern yanlarının, hızlı gece hayatının ve durmadan değişmesinin yarattığı enerjinin peşinde olanlar haklı olarak benim gereksiz bir nostalji yaptığımı düşünecekler. Tabii ki ben de kentin yeni yönlerinin verdiği keyfi asla yadsımıyorum ama elimde değil; bu Sony Center’ı gördükçe, Potzdamerplatz’da duvar yıkıldıktan sonra gerçekleşen ve meydanın kimliğini neredeyse tamamen ortadan kaldıran yapılaşmadan doğrusu nefret ediyorum. Üstelik bu konuda böyle düşünen bir tek ben değilim; Almanların en az yarısı da benim gibi düşünüyor! Bir aralar Doğu Berlin’de kalan kısmı ancak Batı Berlin’de kurulmuş olan bir seyir platformundan izlenebilen, üzerinde Almanya’nın ilk radyo istasyon binasını ve bir iddiaya göre Avrupa’da bir ilk olan elektrikli trafik lambaları kulesini barındıran (ki bu kulede başlangıçta bir trafik polisi oturup ışıkların renklerini eliyle değiştirirmiş!) ve 1989’da geçici bir ara üzerinde bir sınır kapısı yapılarak Doğudan Batıya geçişler buradan sağlandığı için bu konuda bir sürü ilginç öyküsü olan bir zamanların “no man’s land”i bu meydan, her ne kadar hakkındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen bugün Avrupa’nın en yeni iş ve ticaret merkezi olmakla övünüyorsa da doğrusu insan, Potzdamerplatz’daki bu baş döndürücü stil değişikliğini görüp algılayınca, kentsel dönüşüm konusundan uzaklaşıp daha sevimli bir şeylerle uğraşmak istiyor. Neyse ki bu ruhen uzaklaşmayı meydanda kalarak gerçekleştirmek için yeterli imkan var. Bir kere etrafta hala güzel birahaneler ve restoranlar mevcut; sonra meydana açılan sokakların birisinde kurulmuş bir Noel pazarı da var. Hemen tüm Hıristiyan ülkelerde Noel öncesinde kurulması adetten olan küçük, ışıklı, canlı, rengarenk Noel pazarlarından birisi bu. Metrelerce yükseklikte kocaman Noel ağaçları insanın sebebini anlamadan mutluluk ve umutla dolmasına neden oluyor. Ve bence hepsinden önemlisi, Potsdamerplatz Avrupa’nın sahne sanatları gösterileri açısından Londra’dan sonra ikinci büyük kenti olan Berlin’in tiyatro sahnelerinden önemli bir bölümünün de mekanı. Örneğin, ben bu gece Theater am Potsdamerplatz’da 2011’den beri kapalı gişe olarak oynayan bir müzikal oyuna gitmek istiyorum. “Hinterm Horizont”, Doğu Almanya’da konser vermesine izin verilen ilk Batı Alman sanatçısı olan Udo Lindenberg’in bir şarkısının sözlerinden ve bu meşhur konserin öyküsünden yararlanılarak yaratılmış bir Berlin hikayesi. Güzel bir gösteri olmanın yanı sıra beni çok etkileyen bir başa özelliği daha var; başrolünde yıllardır Udo Lindenberg’i canlandıran oyuncu, Serkan Kaya isimli Almanya doğumlu bir Türk. Üstelik bu onun oynadığı ilk başarılı rol de değil; bizim varlığından haberimiz olmadığına bakmayın; yıllardır Almanya’nın en çok izlenen ve beğenilen müzikal oyunlarında başrol oynamış, çok gerçek çok inandırıcı bir sürü karakter yaratmış. Almanya’da bir Türk işçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen Serkan Kaya oyunu izlemeye gelen, gişede bilet satan veya yolda imza isteyen Almanların gözünde ne kadar Almansa, başarısından haberdar olan Türklerin gözünde de o kadar Türk. Üstelik Serkan Kaya beni bu gezide ilk şaşırtan kişi de değil. Berlin’in üç opera sahnesinden genellikle operetlerin sahnelendiği ikincisi olan Komische Oper’de bir gece önce izlediğim “West Side Story” uyarlamasında da Tony rolünü Berlin’de operanın kadrosuna başrol oyucusu olarak dahil etiği ilk Türk tenor olan Tansel Akzeybek oynuyordu… Anlayacağınız, oralara taşındıktan bunca yıl sonra artık Türkler Almanya’nın Almanlarla eşit koşulda yaşayan sakinleri haline gelmiş bulunuyorlar. Bu gerçeğin kültür, bilim ve sanata alanlarını da kapsadığını görmek, her ne kadar aşırı milliyetçi hiçbir duygum asla yoksa da, hoşuma gitmedi dersem yalan olur.



Söz operadan açılmışken, gelin Berlin’in artık dünyada bayağı kendisinden söz ettiren sahne sanatları yaşantısına biraz daha yakından bakalım. Bir yanda Potsdamerplatz’ın modern tiyatroları, bir yanda Berlin’in en eski müzikal tiyatrosu Theater des Westens. Bu tarihi tiyatro, 1908’de efsanevi tenor Enrico Caruso’nun Berlin’de ilk sahneye çıktığı ve 1914’de Rus Balesi’nin Anna Pavlova’lı kadrosuyla temsil verdiği yer olarak biliniyor ve 1961’de Almanya’da sahnelenen ilk müzikal oyunun ev sahibi olduğundan beri Broadway gösterilerine paralel düzeyde gösteri düzenleyen bir mekan olarak kabul ediliyor. Öte yandan, Berlin’de üç adet opera var; Unter den Linden Devlet Operası (Staatsoper Unter den Linden), Komik Opera (Komische Opera) ve Berlin Operası (Deutsche Oper Berlin). Bunlara bir de Berlin Devlet Balesi’ni (Berlin Staat Ballet) ekleyince, Berlin’de görsel ve müzikal sanat şölenlerinin zenginliği nasıl dünyanın diğer büyük kentleriyle boy ölçüşebiliyor, ortaya çıkıyor. Sanırım klasik müziğin Berlin macerası hakkında, Benim Berlin’e geliş nedenim olan “Carmen” temsiline geçmeden söylenecek bir söz daha var; pek çok sayıda müzik topluluğu, koro ve orkestraya ev sahipliği yapan Berlin’in adını taşıyan Berlin Filarmoni Orkestrası (Berliner Philarmoniker), Avrupa’nın en iyi üç orkestrasından birisi olarak kabul ediliyor ve aynı zamanda da dünyaca ünlü şefleriyle biliniyor. Berliner Philarmoniker’i yöneten isimlere bir bakınca orkestranın düzeyi daha kolay anlaşılıyor: Sir Simon Rattle, Herbert von Karajan, Daniel Barenboim, Ricardo Mutti, Claudia Abbado… Orkestrayı Berlin’de dinlemek için modern ve zarif tasarımıyla gönlünüzü hoş eden kendisine ait konser salonu Kulturforum’a uzanıp burada olduğunuz günlere rastlayan programına bir göz atmak ya da tabii daha iyisi, bu araştırmayı kente gelmeden yapıp biletinizi önceden almış olmak gerek.



“Carmen”e gelince… Sanırım dünyanın en çok sahnelenen ve en sevilerek izlenen operalarından birisi. Fransız besteci Bizet’nin İspanya’nın Sevil kentindeki tütün fabrikasında işçi olarak çalışan Çingene kızı Carmen’in aşk, ihtiras ve ihanet dolu kısacık yaşamından bir kesiti ve ona olan aşkı yüzünden kendi hayatını mahveden asker sevgilisi Don Jose’nin dramını anlattığı bir “opera komik”. Konusunu Prosper Mérimée’nin bir kısa romanından almış ve librettosunu Henry Meilhac ve Ludovic Halévy birlikte yazmışlar. 1895’de Paris Operasında ilk kez sahnelendiğinde, alışkın oldukları konulardan farklı bir şeylerden söz ettiği için hem seyirciler hem de eleştirmenler tarafından oldukça soğuk karşılanmış. Bizet otuz altı temsillik bu ilk sahnelenişin sonuna erişilmeden ölünce eserinin sonradan oluşan muazzam şöhretinden haberi olamamış! Yaşamı boyunca hiç İspanya’ya gitmeyen Bizet yazmakta olduğu operanın müziğinde tema olarak ortaya çıkacak bir ezgi yakalamaya çalışırken Sebastian Yradier isimli İspanyol asıllı bir bestecinin bestelediği “El Arreglito” adlı parçadan esinlenmiş ve ünlü “Habanera”yı böylece yaratmış (ki bu Sebastian Yradier’i siz büyük olasılıkla başka bir ünlü bestesinden, “La Paloma”dan anımsayacaksınız). Sonuçta, çok sevdiğim için birçok kez izlemiş olduğum “Carmen”in bu kez benim için önemli olan özelliği Don Jose’yi Roberto Alagna’nın seslendiriyor olması… Alagna opera tarihine “altın sesli tenor” olarak geçen, dünyaya ünlü üç büyük tenordan sonra aynı kalitede yeni bir sesin gelebileceğini kanıtlayan sanatçı. Bana sorarsanız, sesinin insanın içine işleyen inanılmaz tınısı kadar, sahnedeyken salonda bulunan herkese kendisini şarkılar onun için söyleniyormuş gibi hissettirebilen sahne büyüsü çok özel. Fransız bestecilerin eserlerine olan yatkınlığını bildiğim için onu Don Jose olarak izlemenin nasıl bir keyif olacağını tahmin edebiliyorum ama sonuçta Roberto Alagna beklentilerimin hepsini aşıyor ve Berlin Operasındaki bu “Carmen” temsili gerçek bir şölene dönüşüyor...




Ben bu Berlin ziyaretinin benim için tüm zahmetlere değecek kadar keyifli geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi olan müzik konusunu böylece anlattıktan sonra siz de şimdi artık belki bütünüyle ışıklar ve kırmızı/yeşil süslerle giyinmiş olan Berlin’i gezmeye devam eder, her sokakta bir Noel Pazarı, her pasajda bir kocaman Noel Baba, her meydanda farklı bir dev Noel ağacının sizi beklediği şenlikli kentin bir başka köşesine, Gendarmenmarkt’a uzanıp mevsim dolayısıyla ışıl ışıl olan meydanın ve orada kurulmuş “Weihnachten Zauber Markt” pazarının tadına bakarsınız. Bu pazar Berlin’de kurulan en güzel Noel pazarlardan birisidir. Kilisenin önündeki sahnede Noel ilahileri okuyan bir yerel koronun gösterisi, etrafınızda ne yana dönseniz mumlar, çanlar, melekler, çam ağacına süsler satan, bu pazar için özel kurulmuş mağazalar ve derme çatma, hemen hepsi kırmızı/yeşil örtülü ve çoğu çikolata ve sıcak şarap sunan ayaküstü yemek mekanları. Sıcak şarap… Daha içmeye başlamadan içinizi ısıtan, tadından çok simgesel değeri için tüketilen, yılın bu çok özel günlerinde kısacık bir süre hayata gülümseyerek bakmanızı sağlayan büyülü içki… Havada keskin bir tarçın ve karanfil kokusu olur, gözlerinizin önünde gürül gürül yanan bir şöminenin sımsıcak görüntüsü ve kulaklarınızda tüm bir yılın birikmiş kahkaha çınlamaları, kristal şıkırtıları. Sıcak şarabın buğulu kokusu ve pazarın içinden akan yaşamın gün sonu coşkusu günlerdir beklenen ve usulünce keyifli bir Noel yaşanabileceğinin klasik müjdecisi olan kar kokusunun havadaki eksikliğini unutturur. Isı o sabah eksi iki derecenin altına düşmüştür; nefesiniz buharlaşır soluk alıp verdikçe ve elinizde bir kocaman kupa sıcak şarap olur, eldivenin altında üşüyen parmaklarınızı ısıttığınız. Tam tüm soğuğa rağmen, pazarın ruhunuza kattığı sıcaklıktan mı yoksa elinizden hiç eksik olmayan sıcak içeceklerin buğusundan mı böyle rahat, böyle tasasız olduğunuzu düşündüğünüz an, yüzünüze bir benek düşer. Sonra bir daha, bir daha ve sonra bir tane daha… Başınızı sevinçle kentin ışıklarını yansıtan ışıl ışıl gökyüzüne kaldırıp Noel’i ağız tadıyla yaşayabilmek için hasretle beklenen karın sessizce üzerinize yağışını seyretmeye koyulursunuz. Gözlerinizi sabitleyerek baktığınız noktadan dönerek düşen taneler sonsuzluklarıyla başınızı döndürür ve bakışlarınızı tekrar yeryüzüne indirdiğinizde ayırdında olmadan gülümsemekte olduğunuzu fark edersiniz. Yerleşip kalmayı ve sürekli bir parçası olmayı hiç düşünmediğiniz bir kentte, insanların bu masum coşkusunu paylaşmak, o kentin o akşamki yazgısına ortak olmak, Berlin’in bir parçası haline gelmek içinizi aydınlatır kısacık bir an. Şimdi artık elinizdeki üzeri Noel baba ve kardan adam resimleriyle süslü sıcak şarap kupası bile farklı bir anlam kazanmıştır ve şimdi artık bitmekte olan yıldan artan tüm kederlerin ve olumsuzlukların ve hatta kim bilir belki de geçmişte Berlin’in gri bir kent haline gelmesinin nedenlerinden tüm geriye kalanların da bembeyaz karın incecik örtüsü altında silinip gideceğine, ruhunuzun kentin tüm insanlarıyla birlikte arınıp göneneceğine inanırsınız... O zaman normalde arayışı içinde olmadığınız, herhangi bir başka zaman belki de aklınıza bile getirmeyeceğiniz böyle bir büyüyü bu güzelim kentle paylaşabildiğiniz için, size böyle bir keyif yaşattığı için Berlin’i bir kez daha seversiniz. Çünkü Berlin işte böyle bir şehirdir; sadece gezmek, dış yüzünü algılamak ve ilk bakışta gördüklerinizle yetinmek için çok parlak ve çekici olmasa da yaşamak, içinde taşıdığı hoşlukları yavaş yavaş hissetmek ve içten içe kaynayan temposuna katılmak için çok pek çok cazip bir kent… İnsana hoşluklar sunar, bilindik keyifleri hatırlatır, yenilikler yaratma çabasına ortak eder.



Buralarda dolaşırken karnınız acıkırsa size yakında önereceğim çok özel ama mütevazi bir lokanta var; Noel Pazarının arka sokağında, bir Akdeniz bistrosu görüntüsündeki Alsasce restoranı “Nö!” Yemekleri kadar sarmaşıklarla örtülü kapısı, tahta masaları ve kaliteli şarap çeşitleriyle de sizi şaşırtacaktır. Veya belki de Gendarmenmarkt’a kadar gelmişken, Noel Pazarından sonraki durağınız Newton Bar olur. Kentin bu çok sevilen, sık gidilen ve görünüşte fazla bir özelliği olmasa da doğru saatte oradaysanız sizi eve gitmeden önce günün yorgunluğunu atmak için uğradığınız mahallenin komşu barındaymışsınız gibi hissettiren bu mekandan dışarıda erken kararan havayı veya giderek hızını arttıran karı veya tam karşınızdaki Noel pazarının cümbüşünü içkinizi yudumlayarak izlemek de ayrı bir keyiftir. Ya da bunun yerine, biraz daha yürüyüp dünyanın en romantik isimli caddesine “Ihlamurların Altı”na (Unter den Linden) çıkarsanız, burada mutlaka caddenin Brandenburg Kapısına yakın noktasındaki ünlü Cafe Einstein Unter den Linden’da soluklanmalısınız; tabii yer bulursanız… Zira Cafe Einstein, bulunduğu yer Berlin’in en canlı ve işlek bulvarlarından birisi olduğu için mi; sadece 1996’dan beri var olduğu halde sanki çok daha eskiden kalmaymış gibi oturmuş, kişilikli ve özel bir atmosfere sahip olmasından mı; ilk günden beri bilim, politika, medya ve sanat/kültür dünyalarının ünlülerinin uğrak ve buluşma yeri olduğundan mı; içerisinde yer alan ünlü sanat galerisi nedeniyle mi yoksa yalnızca günlük pişen eşsiz kek, turta ve pastaları ve sunduğu zengin kahve ve şarap çeşitlerinin yüzü suyu hürmetine bilemem, hangi saat gitseniz hep kalabalıktır. (Benzer isimler taşıyan başka Berlin kafeleriyle karıştırılmamasına dikkat etmeniz, ayrıca tavsiye olunur!) Cafe Einstein’dan çıktığınızda karşınızda tüm güzellikleriyle kentin ana damarlarından birisinden akan yaşam olur. İçeride içtiğiniz sıcak çikolatanın veya kahvenin sıcaklığı hala tüm bedeninizde yol boyunca kararan havayla birlikte bulvarın iki yanı boyunca sıralanmış olan ıhlamur ağaçlarının ışıktan birer süs ağacına dönüşmesini izleyip bir zamanların Doğu Belininin bu en meşhur caddesinde o zaman nasıl çok daha farklı türden bir yaşamının nabzının attığını ve üzerindeki hayatın nasıl çok başka bir frekansta, çok başka bir renk ve tatta akıp gittiğini hayal etmeye çalışırsınız ve belli mi olur, belki de bunu yaparken kulaklarınızda Lale Andersen’in söylediği II.Dünya Savaşı’nın ünlü şarkısı Lili Marlene çınlar.



Madem şehirde bulunduğumuz yerin eskiden hangi tarafta olduğunu çıkartmakta artık epeyce zorlanarak ve de aslında buna pek de aldırmayarak dolaşıp rahmetli duvarın her iki yanında zikzaklar çiziyoruz, gelin şimdi de Berlin ikiye bölünmüş bir kentken batıdaki hayatın merkezi olan, pırıltısı, tantanası dillere destan, şehrin yerlilerinin deyimiyle bu kentin Champs-Élysées’si Kurfürstendamm bulvarıyla onun devamı niteliğindeki şık alışveriş ve piyasa caddesi Tauentzienstraße’ye ve de ikisinin ortasındaki Wittenbergplatz meydanına gidelim. Dünyada benzer boydaki diğer kentlerin benzer tarzdaki caddelerine ve meydanlarına eş biçimde ışıltılı, rengarenk, hayat ve enerji dolu bir yer burası. Hele şimdi Noel keyfinden başı dönmüş haliyle, Picadilly Circus veya Time Square’den hiç de farklı değil. Ama gelin görün ki, uzun yıllar boyu buranın ne kadar farklı bir enerjisi, nasıl değişik bir ışıltısı ve başka kentlerden ne kadar üstün bir hayat coşkusu olduğunu dinlemiş olduğumuz için bana bir miktar hayal kırıklığı oluyor. “Bu muymuş meşhur Ku’damm?” diyorum kendi kendime? “Nesi özel?” Gel de ta başından beri dertlenip durduğum pişmanlık konusuna geri dönme! Bugünkü haliyle tanıyınca, bana herhangi bir büyük Avrupa kenti merkezinden çok da fazla bir şey söylemeyen Kurfürstendamm’ın, sanırım kent iki bölüme ayrılmışken ifade edeceği çok daha fazla şey olurdu. Eğer vaktinde gitmiş olsaydım Berlin’e, herhalde Kurfüstendamm bölgesi için “neden bu kadar özel ve benzersiz diye anlatıldı acaba? Başka kentlerden hiçbir fazlası, üstünlüğü yok” diye düşünmezdim; bilirdim nedenini… Ama siz benim bu hayıflanmalarıma aldırmayın; bulunduğunuz keyifli mahallenin tadını çıkartın derim. Hem zaten ben de Berlin’i bu kez gezerken öğrendim artık; hemen toparlanıp kıyaslama yapmayı kesersem geçmişte nasıl olduğundan bağımsız olarak Ku’damm’ın bugün de çok neşeli, keyifli, bol olanaklı bir yaşam semti olduğunu kabul edip keyfini çıkartabilirim. Eğer özellikle meşhur Ka-De-We’de alışveriş yapmak istemiyorsak, meydandaki Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche ile ilgileniriz biraz. 1943’deki bombardımanda neredeyse tamamen yıkılmış ve 1960’dan sonra yeniden yapılmış olan bu kilise, eskisinin sağlam kalan tek yeri olan çan kulesi yerinde bırakılıp altı bir savaş anıtına dönüştürülerek; onun hemen yanına yepyeni bir mimari stilde, yeniden inşa edilmiştir. Ve bana sorarsanız, bir araya gelen sadece çok farklı iki mimari stil değildir; çevresindeki yüksek modern binaların arasına sıkışmış haliyle orijinal Gedächtniskirche’den artakalan bölüm, geçmişin temkinli, yaşlı başlı, hesaplaşmalarla yoğrulmuş sakin haliyle bugünün kaygısız olmaya çalışmaktan yorulmuş modern yaşantısı arasında sıkışmış ve günümüz metropol görüntülerinin en korkunçlarından birisi haline gelmiştir; bir zamanların görkemli yapısı için her gördüğümde yeniden adeta içim üzülür.



Bu yüzden bence artık yavaş yavaş bu bölgeden uzaklaşıp benim bu kentteki favori adreslerimden birisine doğru yola koyulmanız iyi olur. En iyisi, tekrar Mitte’ye dönüp Berlin’de en sevdiğim yerlerin başında gelen Museuminsel yani Müzeler Adası’nda kentin ünlü müzelerini gezmeye gidersiniz. Doğrusu, ben aslında bir gezi sırasında özel olarak sadece müzelerle ilgilenenlerden değilim. Ama başka bir kentte olsanız belki de size fazla “turistik” gelecek müze ziyaretleri, söz konusu Berlin olunca farklı bir anlam kazanır çünkü bence Berlin, birçok başka özelliğinin yanısıra, çok da ilginç bir “müzeler kenti”dir. Dünyanın herhalde tek “müzeler adası” olan Museuminsel, Berlin’in ortasından geçen Spree nehri üzerinde bir adadır ve kuzey ucunda bir arada bulunan ve içlerinde dünya tarihinin en özel arkeolojik bulgularından ve mimari kalıntılarından bazılarını barındıran dünyaca ünlü beş müze yüzünden bu ismi alır. Her birisi ayrı bir keyif olan bu müzelerden beni en fazla Pergamonmuseum (Bergama Müzesi) ilgilendirir. Gerçi doğrusu insan Berlin’e Türkiye’den gidince bu müzede gördükleri karşısında diğer gezginler gibi sadece hayret, hayranlık veya mutluluk duyamaz; oradaki eserleri anayurtlarında hayal etmeden, ilk bulundukları yerde ne kadar daha “doğru” ve nasıl daha gururlu görüneceklerini düşünmeden edemez. Bana sorarsanız hem Bergama Zeus Sunağı hem Babil İştar Kapısı, Batı Avrupa’nın kendi topraklarındakinden çok farklı atmosferinde, onların boyutlarına göre özel olarak uyarlanmış son derece düzgün ve steril bir bina içerisinde, ihtişamlarını tevekkülle korumaya çalışarak, er veya geç ait oldukları yere dönmeyi bekler gibidirler. Ve yine bana sorarsanız, bu eserlerin orada daha iyi korunduğuna dair iddia edilenler, bunların Sultan Abdülhamit tarafından gönüllü olarak Almanlara verilmesi üzerine anlatılanlar, sanatın orijinal yerinden ve zamanından bağımsız olarak da değerlendirilebileceğine dair söylenenler sadece önemli bir kültür ayıbının üzerini örtmek için yaratılmış masallar olmanın ötesine geçemezler. Berlin müzelerinde sayısız yürek parçalayıcı geçmiş zaman öyküsü sergilenir ve tabii ki Zeus Sunağı’nın yerinden yurdundan koparılma macerasının yansıttığı mutsuzluk bunlarla kıyas bile kabul etmez ama yine de bence gerçek yerinden bu kadar ırak bir diyarda yaşamaya mahkum edilerek taşıdığı anlamdan uzak düşürülmüş ve kaybolmuş bir çocuk gibi yalnız kalakalmış olan bu antik zaman tapınağı Berlin’de göreceğiniz en hüzünlü şeylerden birisidir. İnsan benzer bir üzüntüyü bir de bu kentteki çeşitli sanat müzelerinde sergilenen eserlerin savaş sırasında başına gelenleri duyunca hisseder zira Berlin müzelerinde, Hitler’in ihtirası yüzünden Avrupa’nın birçok yerinden toplanıp buraya doldurulmuş birçok önemli eser II. Dünya Savaşı sırasında şehrin bombalanmasıyla tahrip olmuştur ve bugün görebildikleriniz sadece bu faciadan kurtarılabilenlerdir.


Museuminsel’da yer alan müzeler dünyanın en iyileri arasında sayılmakla birlikte, Berlin’in yegâne ilginç müze seçenekleri değiller. Tersine, kentin farklı yerlerinde çok daha farklı konulara ayrılmış olan birçok değişik müze var. Bunlardan en çarpıcı hatta sarsıcı olanları tabii ki II. Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımına adanmış olanlar. Zira geçen yüzyılda işledikleri, tüm dünyanın çehresini değiştirip milyonlarca insanın yok olmasına sebep olan suçla yüzleşmekten kaçınmayan, daha doğrusu yepyeni bir hayatta yaşamaya devam edebilmek için bu günah çıkartma eylemine mahkum olduklarını kabullenen Almanlar, yarattıkları korkunç gerçeği, tekrarlanmaması için tüm dünyaya sürekli hatırlatmak ve belki de aslında kendilerine hiç unutturmamak amacıyla bir sürü “ibret anıtı” kurmaktan hiç çekinmemişler. Eski Gestapo ve SS merkez binalarının yerinde açılmış olan “Dehşetin Topografyası” Müzesi başta olmak üzere, “Avrupa’nın Katledilmiş Yahudileri Anıtı” ve aslında sadece II. Dünya Savaşını değil, tüm Avrupa Yahudi tarihini sergileyen “Yahudi Müzesi” özellikle çok ilginçler. Bence, Berlin’in yüzyılın başında en yüksek Yahudi nüfusuna sahip olan Avrupa kenti olduğu düşünülürse, savaşta yaşanan felaketler bir yana, kentin sosyal ve ekonomik oluşumuna bu kadar katkıda bulunmuş bir grubu anlatan bir müzenin var olması zaten çok doğal; keşke var oluş nedeni böyle bir felaket olmasaydı...



Savaş ve ardından gelen ikilik dönemi sadece Yahudi müzelerinde vurgulanmıyor. Checkpoint Charlie’nin yanındaki “Berlin Duvarı Müzesi”, kentin kuzeyindeki “Duvar Anıtı”, Hitler’in gizli polisi Stassi’nin karargahında açılan “Stassi Müzesi” hep aynı konunun gerçeklerini sergileyen müzeler ve doğrusu peş peşe gezince insanın içini fazlasıyla daraltıp gününü karartabiliyorlar. Bu yüzden siz de belki müze gezmeye devam etmek isteseniz bile farklı bir konuya geçmeği yeğleyebilirsiniz. O zaman benim önerim Hamburg-Berlin demir yolunun eski son durak binası istasyonda kurulmuş olan “Hamburg İstasyonu Modern Sanat Müzesini” seçmeniz olur. Sergilenen eserler bir yana, mekanın farklılığı mutlaka gününüze bir hoşluk katacaktır. Veya Berlin’in milli sokak yemeği köri soslu sosisin geçmişinin ve geleceğinin sergilendiği Currywurst Museum’a gidersiniz ve çıkışta artık Berlin müzeleriyle bu seferlik vedalaşıp uğruna böyle bir müze kurulmuş olan bu ünlü yiyeceği, kentte en iyi yapanlardan birisi olduğunu iddia eden mekanda tatmak için Curry 36 adlı sosisçiye bir uğrarsınız. Ve bir daha sefere kaldığınız yerden müzeleri gezmeye kararlıysanız, kentin bir başka özelliğini daha çok seveceksiniz demektir; Berlin, sonradan Almanya’da ve Avrupa’nın birçok başka kentinde daha adet haline gelen bir uygulama olan “Lange Nacht der Museen” (Müzelerin Uzun Gecesi)’nin başlatıcısıdır. 1997’den beri yılda bir kez (genellikle Ağustos ayında seçilen bir gecede) Berlin’in tüm müzeleri, tek bir biletle ziyaret edilebilmek üzere akşam saat 18:00’den sabah saat 02:00’ye kadar açık kalırlar. Müzeler arası işleyen Bedava otobüs servisi ve paralel olarak yapılan çok sayıda kültür gösterisi ve sanat faaliyeti sayesinde bu gece gerçek bir şölene dönüşebilir.



Biz kendi gezimize dönecek olursak, birlikte gideceğimiz bir sonraki semt bugünlerde artık bohem sanat yaşantısının merkezi haline gelen ve orijinalinde ülkeye işçi olarak gelmiş azınlıkların yerleşim alanı olan Kruezberg olur. “Ülkeye işçi olarak gelmiş azınlıklar” deyince ilk akla gelen Türkler olduğuna göre, Kreuzberg için aslında Berlin’in Türk mahallesi de diyebiliriz. Burası sadece Almanya’daki Türk nüfusunun en yüksek olduğu adres değil, aynı zamanda da Türkiye dışında Türklerin en yoğun olduğu yerdir. Bazı sokak tabelalarının bile Türkçe yazıldığı, her üç dükkandan ikisinin sahibinin Türk olduğu ve tabii ki sokaklarında Almancadan çok Türkçenin duyulduğu bu semtin lakabı zaten uzun süredir “Klein Istanbul” (“Küçük İstanbul”). Ama bizim buraya gitmek istememizin nedeni sadece Berlin’deki vatandaşlarımızın yaşadığı yerleri görme isteğimiz değil. Kreuzberg ayrıca epey bir süredir, duvarın yıkılmasından sonra iyice pekişen “cazip yaşam ve kültür alanı” kimliğiyle de çok ilginç. Özellikle de üç meşhur caddesi sayesinde: Geçmişte solcuların gösterilerin mekanı olarak bilinen, bir Anadolu kasabasının iricesi kıvamındaki çarşısı ve birbirinden sıcak ve tanıdık dükkan, kahvehane ve benzeri mekanlarıyla Oranionstraße; rengerenk boyalı minicik mağazaları, antikacıları ve canlı kafeleriyle Bergmannstraße ve semtin ortasından geçerek restoranları ve barlarıyla son yıllarda Kreuzberg’in çehresinin değişmesine en çok katkıda bulunan noktalardan birisi olan Skalitzerstraße... Öte yandan, Kreuzberg’de sık rastlanan bir durum aslında artık tüm Berlin’de geçerli; gördüğünüz herkesin “Türk kökenli Alman” olması çok büyük olasılık. Almanya’da artık sokakta bir şey soracağınız insanlara, eğer özellikle çok sarışın ve çok mavi gözlü değilseler ve eğer karşılaştığınız yer özellikle çok “Alman” bir bölge değilse, önce Türkçe konuşmak ve eğer karşınızdaki bunu anlamazsa Almancaya dönmek çok mümkün hatta mantıklı. Çünkü yıllar önce “gastarbeiter” olarak Almanya’ya gelenlerin giderek sayısı artan dördüncü ve beşinci jenerasyon çocukları artık “Türkiye kökenli Alman” ve gerek dış görüntülerini, gerek yaşam biçimlerini, gerekse konuştukları Almancayı “özbeöz Alamanya kökenli Almanlar”dan ayırmaya imkan yok. Ve Almanlar ilginç bir şekilde nelerin orijinal olarak Alman ve nelerin aslında Türk olduğunu unutmuş gibiler. Örneğin, Berlin’de çıkan Almanca bir kent dergisinde şöyle bir ibareye rastlamak çok olağan: “Dönerin, Türkiye kökenli bir Berlinli tarafından icat edildiğini biliyor muydunuz?” Buyurunuz bakalım, Almanlar epey bir zamandır döner kebabı geleneksel bir Alman yiyeceği zannediyorlar!




Size daha mezunları arasında Marx, Engels ve Bismarck’ın de bulunduğu Humboldt Üniversitesi`nden söz edecektim ve o kapıdan girince kendimi nasıl sanki birazdan bu isimlerden bir tanesine kütüphanede rastlayacak veya bir diğeriyle koridorda bir gün önceki dersi tartışacakmışım gibi hissettiğimden… Sonra Berlinlilerin dilinde kısaca “Alex” olan, şimdi artık sadece televizyon kulesiyle ünlü, Doğu Berlin’in önemli meydanı Alexanderplatz’dan ve Fassbinder’in filmi “Berlin Alexanderplatz”dan. Berlin’in yerlisi olan ünlüleri anlatacaktım, Marlene Dietrich, Thomas Mann, Paul Klee, Wim Wenders, Günter Grass, Fritz Lang’ı ve Berlin’den nasıl etkilendiklerini. Ve Reichstadt yangınını hatırlatıp görkemli parlamento binasının tepesine geçtiğimiz yıllarda eklenen devasa cam kubbeden söz edecektim. Kentin, birisi doğudan birisi batıdan gelen sembollerinin öykülerini aktaracaktım; ilk kez 1270’de bir resmi mühürde kullanılan ve Berlin deyince akla gelen ilk imgelerden birisi olan Berlin Ayısının ve duvar yıkıldıktan sonra yaşamaya devam etmeyi başarıp birleşmiş Berlin’in de sembolü haline gelen Doğu Berlinli trafik işareti adamı Ampelmann’ın öykülerini. Tüm bunlara sıra gelemedi… Ama olsun, ben Berlin ile meselemi hallettim; beni huzursuz eden pişmanlığı unutup onu bugünkü haliyle sevdim. Gezip gördüğüm tanıyıp benimsediğim tüm şehirler arasında en çok Berlin, tarihinden en önemli kesiti onunla birlikte yaşamak, daha doğrusu bunu yaptığımın farkında olarak yaşamak şansını sunmuştu bana; değerlendiremedim. Ama artık bir kenti bugün tanıyıp sevmek, yaşayıp tadını çıkartmak için illaki dünün de içinde bulunmuş olmak gerekmediğini biliyorum. Nasıl “Kabare” filminden keyif almak için Berlin’in Weimar döneminde yaşamış olmaya hiç gerek yoksa, savaş sırasında ve hemen sonrasında yaşananları gerçekten anlamak için de örneğin Karl Marx Caddesini komünist haliyle görmüş olmak şart değil; bunu artık biliyorum.




Şimdi artık belki siz de birlikte yaptığımız bu sanal gezintiyi aklınızın bir kenarında tutarak ilk fırsatta Berlin’i keşfe çıkarsınız. Anlattığım kadarıyla gündüzünü sevmedinizse Berlin’i gece yaşayın derim… Çünkü Berlin geceleri tartışmasız herkes için bir hoşluk taşıyacak kadar renkli ve güzel. İster çağa uyup birbirinden uçuk şovlar sunan ve içerisindeki kalabalığın yaş ortalaması otuzu geçmeyen gece kulüplerinden birisine gidin, isterseniz kent klasiklerinden aykırı bir travesti şov izlemek için bir kabarede yerinizi ayırtın veya hatta isterseniz ünlü Kit Kat Club’ın hiç değilse kapısından bir göz atmaya cesaret edin. Ya da eğer bu tür eğlenceden hoşlanıyorsanız, geceleri partilerin sınırsız zaman boyunca sürdürüldüğü, “dünyanın en büyük clubbing kenti” olma iddiasını taşıyan Berlin’in en ünlü “club”ına, Berghain’a girmeye çalışın. Eğer içeri girmeyi ve bu kulüpte adet olduğu üzere sabah oluncaya kadar içeride kalmayı başarabildinizse, kulübün bir parçası olan ve ismini tam güneş doğarken panjurlarını açarak size eşsiz bir Berlin manzarası gösteriyor olmasından alan Panorama Bar’a uğramadan sakın oradan çıkmayın. Bu seçenekler ve daha nice benzerleri sizi Berlin’in meşhur gece hayatı içinde bekliyor çünkü duvar yıkıldıktan donra eski yasakları lanetlemek için adeta kendi kendisiyle bir yarışa giren kentte gece kulübüne dönüştürülmemiş eski baraka, yıkık bina veya dağınık avlu yok gibi!


Ama unutmayın; çok hızla değişiyor Berlin, hiç durmadan. Sadece duvar yıkıldıktan hemen sonrasına göre değil, ben onu birkaç sene önce son gördüğümdeki haline göre de çok farklı. Eminim siz gittiğinizde de şehir, ziyaretiniz Noel’e rastlasa bile, benim anlattıklarıma göre yine değişmiş olacak. Başka sokaklarda başka Noel Babalar, farklı binalarda farklı ışıklar, değişik meydanlarda değişik Noel ağaçları olacak, her şey aynı kalsa da… Ama ne gam; hangi mevsimde olursanız olun, bana yıllardır yattığı yerde uyuduğu kış uykusundan artık sıkıldığı için canlanıp ayaklanmaya karar veren ve bu yüzden sürekli bir kıpırdanma halinde olan koskocaman yaşlı bir ayıcığı hatırlatan bu yorgun şehir, nasılsa geçmişinin karanlığından arta kalan griliği silip temizlemek için yeni bir ışıltı daha yaratmış, sizi mutlu edecek yepyeni bir renk ve pırıltıyı daha dağarcığına katmış olacak...


Güzin Yalın


Cazkolik.com / 15 Ocak 2015, Perşembe


 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 

        

01 Kurt Weill / Berlin im Licht / "Kurt Veil Mix" albümünden
02 Oi Va Voi / Hora / "Traveling the Face of the Globe" albümünden
03 Liza Minelli / Cabaret / "Cabaret" albümünden
04 Vaja Con Dios / Just a Friend of Mine / "The Best of" albümünden
05 Berliner Philharmoniker / Double Concerto [Brahms] / "Great Recordings" albümünden
06 Leonard Cohen / Almost Like the Blues / "Popular Problems" albümünden
07 Hugh Laurie / Kiss of Fire / "Didn`t It Rain" albümünden
08 Marlene Dietrich / Lili Marlene / "The Best of Marlene Dietrich" albümünden
09 Yüzyüzeşken Konuşuruz / Gel Demedim ki / "Evdekilere Selam" albümünden
10 The Angelcy / My Baby Boy /

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.