Tunçel Gülsoy`un 1999 yılında JAZZ Dergisi için yaptığı Can Kozlu söyleşisi

Tunçel Gülsoy`un 1999 yılında JAZZ Dergisi için yaptığı Can Kozlu söyleşisi

"Caza mı cuz, cuza mı caz" başlıklı Erol Pekcan yazısının gördüğü ilgi inanılmaz oldu, zaten hiç bir yazımızı silmiyoruz, hepsine arşivden ulaşabilirsiniz ama inanın kaldırmasaydık halen aynı ilgiyle okunmaya devam edecekti eminiz. Fakat yazımız tam bir aydır yayındaydı, normalde bu köşede on günde bir yenilediğimiz yazılarımızın tek istisnası Erol Pekcan oldu. Son not olarak şunu da ekleyelim Erol Pekcan’ın kızı sevgili Sebla Pekcan’nın yazımıza ve sitemize göstermiş olduğu ilgi ve övgü bizi çok hoşnut etti, buradan kendisine teşekkür etmek istiyoruz.

 

Bu hafta yine sevgili Tunçel Gülsoy’un yılların birikimi hazinelerle dolu çantasından çıkma yeni bir yazıyı yayınlamaya başlıyoruz. Türk cazının en önemli kişiliklerinden, sadece müzisyenliği ile değil halen yeri doldurulamamış ve kurucusu olduğu Bilgi Üniversitesi Caz Bölümü ile kısa sayılabilecek süreiçerisinde Türk cazına önemli genç müzisyenleri kazandıran ve bölüm keşke devam edebilseydi kimbilir kaç nesile hizmet edecek eğitimci yanı güçlü bir yetiştirici olarak da özel bir yere sahip Can Kozlu.

 

Cazkolik olarak bu yazıyı yeniden düzenleyerek ve güncelleyerek caz dünyasına ve internet arşivine kazandıran sevgili Tunçel Gülsoy’a teşekkür ediyoruz.

 

Cazkolik.com / 23 Kasım 2009, Pazartesi

 


 

Can Kozlu ile 10 yıl önce JAZZ Dergisi için yapmış olduğum bu röportajı yeniden okurken çok heyecanlandım, arada onunla bir kere de radyo programı yaptığımı hatırlıyorum ama yeterli değil. Zaman hepimizi değiştirmiş olmalı, kim bilir bugün konuşsam neler konuşurduk. Çocukları büyümüş olmalı, saçlarına herhalde kır düşmüştür. Ağabeyi ile birlikte Koç Müzesi’ne bağışladıkları güzel tekneyi gördüm.

 

Onun Bilgi Üniversitesi’nde kurduğu müzik okulu bir çok genç Türk müzisyenine dünyalar açtı, Donovan Mixon ve Ricky Ford gibi değerli yabancı hocaların enerjisi, Ruacan kardeşler, Ali Perret, Selen Gülün gibi bizim insanlarımızın enerjisi ile birleşti ve müzik oldu aktı.

 

Yıllar sonra röportajda bahsi geçen Jülide ile ilk albümü üzerine radyo programı yaparken bana bu yazıyı hatırlattı. Meğer o gün tanıştığım güzel sesli kız bugün Türkiye’nin değerli bir müzik insanı olarak ortaya çıkmış. Birlikte bu okuldaki hocası Nükhet Ruacan’ı sevgi ve rahmetle andık.

 

Daha sonra Can’ın öğrencileri ile de ayrı bir röportaj yaptım, Can’ın emeği ile kurulmuş bu okulun Türkiye’ye neler kazandırdığına yıllardan beri tanık oluyorum. Ne yazık ki Bilgi Üniversitesi kendisini diğer üniversitelerden farklı ve değerli kılan bu bölümü sonradan kapattı. Genç müzisyenlerimizin kendi seslerini arayıp bulma yolunda ellerinden tutan bir kurum da kalmamış oldu.

 

Ben, aile dostumuz olan eski rektörü ziyaret edip lütfen bu bölümü kapatmayın diye konuştum, ama anladım ki para kazanmayan herhangi bir şeyin Bilgi’de yeri yoktu. Zaten Bilgi de Amerikalılara satıldı, şimdi hukuk fakültesi ile kendisine özel bir yer yapmaya çalışıyor. Bir daha orada müzik olur mu bilemem.

 

10 yıl sonra bakınca Can Kozlu ile yapmış olduğum bu güzel söyleşinin içeriğinin taptaze yerinde durduğunu görüyorum. Zaman geçmiş ama sorunlar aynen yerinde duruyor. Umarım sevgili Can yeniden kollarını sıvar ve Türkiye yeni müzik okuluna kavuşur. Kimbilir, hayal etmek gerçeğin yarısıdır hatta bazen fazlası da olur.

 

Tunçel Gülsoy

 


 

Bu yazının orijinali 1999 yılında JAZZ DERGİSİ’nde yayınlanmıştır.

 



30-40 yıl öncesinin müziği daha iç güdüsel  ve spontane bir müzikti

 

Onu Kuştepe Bilgi Üniversitesi’nin karşısında mütevazı ama tertemiz bir Gaziantep pidecisi olan “Erenler”de bulduğumda lahmacununu bitirmiş çay içiyordu, karşısına oturdum. Lahmacun yer misin diye sordu ama içim gitmesine rağmen bana ayırdığı iki saati aşmak korkusu ile hayır dedim. Bana da çay getirdiler ve daha ne olduğunu anlayamadan koyu bir sohbete başladık.

 

Bulunduğumuz mahalle1950’lerde gecekonduları yıkılan “yeni” İstanbulluların daha iyi şartlarda yaşama umuduyla yerleştikleri bir bölge, Türkiye’nin farklı yörelerinden gelenler burada yaşıyorlar, yeni değerler üretiyorlar. Yeni kent kültürü burada Kuştepe de ete kemiğe bürünüyor.

 

Mahallenin tam ortasında bir ada gibi duran Bilgi Üniversitesi bu mahallenin yaşamını derinden etkileyen ve değiştiren bir kültür mabedi.

 

Hesap geldi, inanılmayacak bir para, garson Can’a büyük bir saygı ile pusulayı getiriyor. Mahalle okulun ve hocanın değerini biliyor. Can hesaba göre yüklü bir bahşiş bırakırken konuşuyor:

 

“Biliyor musun, üniversiteye bakan evlerde mahalleli okula saygısından balkonlarına çamaşır asmaz.”

 

Hemen balkonlara bakıyorum, doğru, bu ilk Kuştepe dersinden sonra okula giriyoruz. Aslında sohbet daha o ilk içilen çayda başlamış akıp gidiyor. Onun dolu dolu olduğunu hemen hissediyorum, soru sormak bile gereksiz o yanıtlar veriyor:

 

“Annem Emel Kozlu piyanist idi. Evde ciddi bir kulak eğitimim oldu. Çocukken evimizdeki Grundig marka radyoya kulağımı dibine kadar dayayarak müzik dinlerdim. Babam Bülent Kozlu İş Bankasının genel müdür muavini idi. Ankara’da yaşardık. O zamanlarda Mithat Fenmen, İdil Biret ve şimdi soyadını hatırlayamadığım bir müzisyen Vahdet Hanım konserlerden sonra sık sık bize gelirlerdi. Annemin o devirde bir yolunu bulup yurt dışından getirdiği plakları dinlerlerdi. Vahdet Hanım benim kulağımın olduğunu söyleyince annem beni 6 yaşında iken klasik müziğe başlattı. Caz zaten o günlerde söz konusu bile olamazdı. Önce çok iyi ama sert bir müzik hocam oldu. Bir gün derse geç kalınca beni çok azarladı. Rus ekolü bir hoca idi kızınca cetvel ile ellerime vururdu. Seneler sonra annemden öğrendim. Ben geceleri kalkıp sayıklamaya başlamışım. Bir gece annem benim yanımda yatmış ve sayıklarken piyano dediğimi duymuş. Depresyon geçirmişim. Sonra bana başka bir hoca buldular, genç bir kız. İlk hocamın aksine yumuşak ve yavaş öğreten bir hoca idi. Bu da beni çok gevşetti. Bir gün hocam benim notaları okumadığımı ve doğaçlama yaptığımı fark etmiş. Annem dersleri kesti.

 

12 yaşımda babamı kaybettim. Çok dramatik idi. Ağabeyim Amerika’da okuyordu. Bir Dostoyevski romanı gibi şeyler yaşadım. Annemin dairesine karlı bir kış günü at arabasında eşyalarımız taşınırken sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Oğlum da benim gibidir, her şeyi içine atar. Tüm bu olaylar bana küçük yaşta başımın çaresine bakmayı öğretti. Özgür ve bağımsız oldum ama işlerini başkalarına delege edemeyen bir insan oldum. Bu yüzden de çok tenkit edildim.”

 

Beraberce okulu geziyoruz. Can Müzik bölümünü küçük bir Berklee modeli gibi düzenlemiş. Küçük çalışma odaları var. Öğrenciler bazen tek bazen gruplar halinde çalışıyorlar. Can beni bu odalarda gezdirirken gurur duyduğu hemen belli oluyordu. Bazen öğrencileriyle karşılaşıyoruz, hepsine gülerek selam veriyor. Sonra bir başka oda açılıyor ve öğrencilerden oluşan bir küçük caz grubu Carlos Jobim’in unutulmaz Siyah Orfe filmi için yaptığı müziği çalıyorlar. Genç bir saksofoncu Stan Getz’in solosunu bitirince çok güzel bir kız sesi şarkıya devam ediyor. Kim bu diye soruyorum, cevap veriyor, ‘Jülide, çok yeteneklidir.’ Okulu ve öğrencilerini bir başka yazının konusu yapmaya karar veriyoruz.  Boş bir oda bulduğumuzda ilk sorum onun öğrencilerine bakışı ile ilgili oluyor. Bu arada hem onlardan hem de  cazdan konuşuyoruz.

 

“Öğrencilerime hep söylediğim bir şey vardır: Biz size bu işin zanaatını öğretiyoruz, teknik bilgiler veriyoruz, repertuvar öğretiyoruz. Zanaat size tıpkı bir mimarın bina inşa etmesi gibi müziğin yapısını kurmanızı sağlar. Akademik olarak bunları öğretmek mümkündür. Ama gerçek bir sanatçı olmak için bunun ötesinde bir şeyler var. Önce insan olarak bilinçli ve güvenilir olmak gerekir. Sonrası ise çok çalışmak ile ilgilidir. Bakın Bill Evans bunu nasıl anlatıyor: ‘Jazz yüzde 99 ter dökmek yüzde 1’de ilhamdır’. Birincisi olmadan ikincisi olmaz. Böyle bir tavır almadan hiç bir yere varamazsınız. Günümüzde elektronik de müziğe ve müzik eğitimine girdi, ama akustik bir enstrümanı çalabilmek, ona hakim olabilmek için gereken zaman değişmedi.

 

Sanat ise bir insanın yaratıcılığı ve iç dünyasının inceliği ile ilgili bir şeydir. Bu yetenek varsa sanatçı olunabilir. Okul müzisyen yetiştirir ama sanatçı yapamaz. Cazın özgürlüğü içermesi, ezoterik yönü gençlerin bu müziği yanlış değerlendirmesine yol açabiliyor. Bir umursamazlık, kuralsızlık havası olabiliyor.

 

Jam Session’ı “kaptırmak” gibi tuhaf bir söz ile ifade ediyorlar. Bu yanlış bir intiba. Caz derbederlik içermez. Tam tersine doğaçlamanın içerisinde çok belirgin bir yapı vardır, yoksa kaos olur.

 

Sanatta şansın yeri var. Bazı insanlar daha şanslı olabiliyorlar ama sonunda şans da bir “brake”, yani bir geçici ara. Fırsat hadisesinde büyüklüğün fazla yeri yok. Hep bir önce çıkmış olduğun basamağın üstüne basarak yükseliyorsun. Amerika’da her zaman bir gözlem altındasın, seni hep “check” ederler. Berklee’de her an bir Garry Burton ile karşılaşabilirsin, bir sınıfta karşına çıkıp seni dinleyebilir. Bir konserden sonra bir başkası için davet alabilirsin. Hep ortalıkta olman lazımdır. Sahnede ne yaptığın kadar ne yapmadığın da gözükür. Haketmediğin bir başarı senin için negatif de olabilir. Bir seviyeye hazır değilsen taşıyamazsın, çıkmak değil çıktığın yerde kalmak önemlidir. Her an yeni bir başarı için hazır olmalısın, ancak son çaldığın kadar iyisindir. Bana bugüne kadar kimse diplomamı sormadı. Ben ancak bir gece evvel çalabildiğim kadar iyiyim. Eskiden iyi çalmış olmak önemli değildir. Ama deneyim iyi olabilmeyi sürdürebilmek için çok önemli.”

 

İçinde oturduğumuz oda da bir piyano var, Petrof, Rus malı sandım ama değilmiş, Çek malı, her taraf yepyeni, dal odaya günlerce çal, hoş bir ortam. Can sürekli daldan dala atlayarak konuşuyor, doğaçlama ama bir “belirgin yapı”ya dönüyoruz.

 

“Babam eşsiz bir insandı, tam bir İstanbul beyefendisi, etik sahibi. Onu yıllar geçtikten sonra daha iyi anladım. Önemli konularda hep onun ne diyeceğini düşünürüm. Benim için her zaman mistik bir varlığı var. Ağabeyim Cem Kozlu ile beni birbirimize bağlı olarak eğitti. Ağabeyim benden çok farklıdır. O daha politiktir, ben daha nadanım. Kendimi pek kontrol edemem, kızınca söylerim. Babamdan ve denizden geçen bir bağ var aramızda. Babamızı kaybetmek daha sonra bizi yakınlaştırdı. Bana hep destek oldu. Sorbonne Üniversitesini bitirmemi istedi.”

 

Ağabeyi Türkiye’nin çok iyi tanıdığı bir isim, Cem Kozlu. Ondan bahsederken hep saygılı ama çok fazla ayrıntıya girmiyor, bazı şeyleri kendine saklıyor.

 

“Deniz üzerindeki bir eğitimin baba oğul ilişkisinde çok derin bir yeri vardır. Bir tekne almayı düşünüyorum. Benim babamdan aldığım eğitimde o zamanki küçük teknemizin çok etkisi oldu, onun üstünde çok vakit geçirdim. Dover yapısı bir Manş teknesi idi. Ağabeyim ile birlikte o tekneyi 20 yıl yaşattık, bir ara İstanbul’un en yaşlı teknesi oldu. Şimdi o tekne Koç müzesinde duruyor.”

 

O konuştukça son zamanlarda okuduğum Can yayınlarından çıkmış olağanüstü, Marcello Mastroianni’nin anılarını aktardığı “Hatırlıyorum” gözümün önüne geliyor. Kitabın giriş bölümü ‘Yaşlı bir Fil Gibi’de aktörün hatırladığı bir çok şeyi anlatılıyor. Bir muşmula ağacı, çocukluğu, annesi, yediği yemekler, dinlediği müzikler, ikinci dünya savaşı günleri, ilk sevgilisi, daha birçok güzel şeyi. Can’ın anlattıkları Marcello’nun havasına uyuyor. Ben de Can’ın hatırladıklarını aktarırken aynı üslubu kullanmak istedim.

 

“İlk dinlediğim caz plaklarını hatırlıyorum, Abdullah Kuran’ın oğlu arkadaşımdı ve bana babasının plaklarını getirirdi. Galiba 11-12 yaşlarında idim. Beatles olayını çok çabuk geçtim. Shadows, Cream, Air Force, Led Zepplin, Deep Purple derken epey yol aldım. Bu müziklerin içerisinde blues’un uzantısı olarak doğaçlama vardı. 14 yaşımda iken bir zil-trampet ikilisi hediye aldım. Saint Joseph okul orkestrasında çalmaya başladım. Bu 17 yaşıma kadar sürdü.

 

Ağabeyimin bir gün bana ilk gerçek davulumu getirişini hatırlıyorum. Markası Sonor Swinger idi. Ama kolay olmadı. Davulu Almanya’dan dönerken almıştı ve Bosfor Turizm otobüsü ile getirirken sınırda el koymuşlardı. Ne hayal kırıklığına uğramıştım bilemezsin. Sonra onun arkadaşlarından biri ile Edirne’ye gittik, o davulu gümrükten kurtaracak bir formül bulmuştu. Güzelim davulumu gümrük ardiyesinde çamaşır makinelerinin arasında tozlar içerisinde gördüğümde ağlamıştım. Davulu İstanbula getirmek de ayrı bir macera oldu. O zamanlar otoban falan yoktu, davulu tren ile İstanbula getirmek için gece bindik. Sabah gözlerimi açtığımda vagonumuzun bir istasyonda durduğunu farkettik. Ama dışarıdaki levhaları okuyamıyorduk. Harfler bilmediğimiz bir alfabe ile yazılmıştı. Korkarak davuluma sarıldım. Meğer o zamanlar Edirne İstanbul tren yolunun bir kısmı Bulgaristan’dan geçermiş, tren bir Bulgar istasyonunda durmuş, harfler de Kiril alfabesi. Öğrenince rahatladık.”

 

Ancak davul bu zorlu göçten sonra yeni vatanında sahibinin müzik dünyasındaki büyük gelişmenin tanığı olur. Can Saint Joseph okul orkestrasında çalar, 1971’de Herbie Mann Türkiye’ye gelir, hepsi hayran olurlar ve onun gibi çalmak isterler. Hemen bir flütçü bulup çalışmaya başlarlar. Bu grupta Rene Macaroğlu, Eril Tekeli, Argun Dündar, Setrak Bakırel vardır. Rene onları çalıştırır. 1972 yılında Milliyet liseler arası müzik yarışmasında hem beste hem de icra dalında yüzlerce okulun arasından sıyrılarak birinci olurlar.

 

“Yarışmayı düzenleyen Milliyet gazetesinin attığı manşeti hatırlıyorum: Zafer Cazın. Bunu hiç unutmam. Bu olay bizim okulu da uçurdu ve o sert imajını olumlu yönde değiştirdi. Bu birincilik çerçevesinde bir çok başka okula gittik ve konserler verdik. Olayın olumsuz yönü de oldu. Bir yıl sadece müzik ile ilgilendim, okulu boşladım. Ama bir şey öğrendim. Hayattaki hiç bir başarıda çok sevinmeyeceksin. Her başarı aslında uzun bir yolculukta durup alınan soluktur, moladır. Sonra her şey yeniden başlıyor ve yolculuk devam ediyor.”

 

Bir gün Saint Joseph biter ama Can’ın müzikal yolculuğu devam eder.

 

“Benim idealim Berklee caz okuluna gitmekti ama ailemizin maddi olanakları el vermedi. Üç arkadaşım Fransa’ya müzik okumaya gitmişlerdi. Ben de Fransa’ya gittim ve Grenoble Üniversitesinde matematik okumaya başladım. Bir gün Le Figaro gazetesinde bir ilan gördüm. Fransa’nın ilk caz okulu açılıyordu. Adı CIM, Centre Informatique Music. Kurucusu Alain Guerrini çok önemli bir adamdı. 24 saatte karar verdim ve Paris’e giderek okula kayıt oldum ama okulun diplomasının Türkiyede geçerliliği yoktu. Eh bari bir de geçerli diplomam olsun diye Sorbonne Üniversitesinin Ekonomi bölümüne devam ettim. Bu bölüm bana kolay geliyordu. Bir yandan da para kazanmak için otelde gece bekçiliği yapıyordum. Ayrıca akşam 8 sabah 8 nota kopyaladım. Sabah iki üç saat uyku ile Sorbonne’a gider, öğleden sonra ise müzik okuluna devam ederdim. Böyle iki sene geçti. Müzik okulunda girdiğim derslerin aslında üçte birinin parasını veriyordum. Bir gün rahmetli Alain beni çağırdı, durumu fark etmiş, helal olsun sana dedi ve bana burs verdi.

 

Okulda 100 kadar öğrenci vardı, çoğu varlıklı ailelerin çocukları, güzel şık evlerden ve çevrelerden geliyorlar. Ben ise onlara göre fakir ve açım ama onlardan çok daha hırslı ve atılganım. Bu yüzden de öğrenmeye çok daha alçak gönüllü olarak yaklaşıyorum. Artık Alain in koruması altında idim. Bana çok imkân sağladı ve arkamdan ileri itti. Bir gün geldi beni kolumdan tutup hoca olarak derse soktu. Bu doğaçlamaya yönelik bir kulak eğitimi dersi idi ve ben bu vesile ile ilk paniğimi de yaşadım. Bir yandan da tromboncu Michel Zwerin ile çalıştım. Ornette Coleman, Carla Bley, Charles Mingus çalardık. 1979 da bir yarışmaya katıldık. “Concours de la Defence”. Zımba gibiyiz, çok iyi çaldık ve birincilik çantada keklik. Son anda bir yarışmacı daha var dediler. Bir adam kucağında taşıdığı çocuğu sahneye getirdi. Oğlan 15 yaşında idi ve bu ilk yarışmasıydı. O bir çaldı, hepimiz apıştık kaldık. Oğlan bizim ötemizde bambaşka bir düzeyde. Sonra ona özel bir ödül verdiler ve bizi gene birinci yaptılar. O çocuğun adı..."

 

Yoksa Michel Petrucciani’miydi diye atıldım. Can “evet” deyince bir anda gözlerim yaşardı ve ağlamaya başladım. Can şaşırmıştı. Ben Michel’i dinleyen bir cazsever olarak anılarımı, dinlediğim albümlerini, İstanbul konserini, onun hakkında yazdığım yazıları anlattım. Bu sefer Can beni dinleyerek destek verdi. İyi bir caz adamı olarak hemen desteğe geçmişti ve beni toparladı. Duygu yoğunluğum geçinc edevam ettik.

 

“Alain beni çok ilginç çevrelere soktu. Bir klüpteki house band’in ritim seksiyonunda çalarken çok önemli adamlar ile beraber çaldım. Sık sık yabancı solistler gelir biz de onlara eşlik ederdik. Barney Kassel ile çaldım. Chris Wood normalde bir gecede üç set çalardı. Bir gece bana son setinde bir davul solosu verdi, madden vemanen bitinceye kadar soloyu yaptım ve set bitti. Tam davulumu toparlarken bana “Dur Can, nereye gidiyorsun?” demez mi. Dördüncü sette beni spetula ile kazıdılar. Otele dönünce odasına gittim, öyle sırt üstü yatıyor. “Gel” dedi. “Bu bir maraton koşusudur, bu akşam bir şey öğrendin”. Sonra sırtını döndü ve uyudu. Solistin arkasında çalarken ne olacağı belli olmaz. Daima bir rezervin olacak.

 

O gece çok önemli bir şey öğrenmiştim, insanın her zaman bir rezervi olmalı.”

 

Gün gelir Paris okul yıllarıda biter ve oturma iznini uzatamaz. Ünlü davulcu Daniel Humair ona tek yön bir bilet alarak Amerika’ya gitmesine yardımcı olur.

 

Hamisi Alain bu karara çok üzülür ama yapabileceği bir şey yoktur. 8 yıl yaşadığı Fransa’dan bir gecede ayrılır. Bu ülkeye bir daha ancak 10 yıl sonra dönecektir.

 

“Amerika’ya gelişimin ikinci gününde Ali Perret ile tanıştım ve beraberce çalmaya başladık. Amerika Fransa’dan çok farklı idi, kimse beni rahatsız etmedi. Etnik kökenin önemli değil.

 

Ben Amerika’da caz kompozisyonu okudum. Bir gün fark ettim ki doğa denen bir şey var. Sanat doğanın içerisinde bir halka, müzik sanatın içerisinde bir başka halka ve cazda müziğin içerisinde bir halka. Davulda cazın içerisinde bir halka. Bir gün geldi her şeyi yukarıdan görebilir bir hale geldim ve bir doygunluk noktasına ulaştım. Bir “change” değişiklik aradım. Konserler artık bana bir değişiklik gibi gelmedi, onları birer teknik olay gibi görmeye başladım. Teknik ise geldiğim yerde beni etkilememeye başladı. İnsan gençken teknik onu etkileyebiliyor. Ama yaşın ilerleyince şunun farkına varıyorsun. Söylediğin şeylerin tapusu sende değilse inandırıcı olamıyorsun. Sende ise karşındakini ikna edebiliyorsun. Müzik beni tatmin etmeyince halkalarımı genişletmeye kararverdim. Bugün geldiğim yerde ilham almak için müziğe ihtiyacım yok. Hatta soundcheck’e bile gitmek istemiyorum.

 

Yıllardır müziğin içindeyim, çalıyorum, eğitiyorum, konuşuyorum. Beynimde bir yorgunluk var. Belki analiz edemediğim bir yeni müzik beni “charge” edebilir, yeniden dolarım. Bende milyonlarca insan gibi evime gidip müzik dinlemek ve keyif duymak istiyorum. Ama yeni bir şey olsun. Referansını ve jargonunu bilmediğim yeni bir şey.”

 

Bu şekilde yıllar geçer. Ama yurt dışında geçirilen uzun yılların bir de beklenmeyen bir duygusal faturası birikmektedir. Bunu Can şöyle ifade eder:

 

“Amerika’da ya çal, ya öl havası hâkimdir. İnsanlar ertesi gün ölüp gidecekmiş gibi çalıyorlar. Her şeyde bir aciliyet bir telaş var. Bir de korkunç bir rekabet var, insan ilişkileri çok berbat, yaşamdan zevk alamıyorsun. Amerika’da iken gettolarda yaşadım. Doğadan nimetlenemedim, denizin toprağın kokusunu özledim. Hani belki toprak çekti. Tavuğun dibinden çıkan yumurtayı özledim.

 

Amerika’dan döndüm, kendime kendi kafama göre bir ev kurdum, her şeyini kendi yapmaya alışmış biri olarak evimi de kendim inşa ettim, Önce Finli bir ustabaşı buldum, daha sonra 7 Zileli işçi bana yardım etti. Bir yılda bitirdik.

 

Bu gün bahçemde domates yetiştiriyorum. Nedendir bilmem buranın domatesi bir başka güzel kokuyor. Depremin ertesi günü moralim bozuktu, kendi tavuğumun yumurtalarından bir menemen yaptım yedim, moralim düzeldi. Burada yepyeni bir hayat kurdum. Bir iki ufak tefek şey beni buralara döndürdü.

 

Can’ın caz konusundaki düşüncelerini soruyorum. Sözlerindeki kızgınlık var.

 

“Caz da yeni bir nesil var. Bunlara genç Türkler de diyorlar. Başlarını Wynton Marsalis çekiyor. Bunlar cazın 60’lı yıllarından sonrası ile ilgilenmiyorlar. Çoğu virtüöz olan bu gençlere plak şirketlerinin ciddi bir desteği de var. 30 yıl öncesinin müziği daha içgüdüsel yapılan ve spontane keşfedilmiş bir müzikti. Tabii bu yüzden biraz da çapaklı ve saf olamayan bir müzikti bu. Ama bu günün gençleri o yılların müziğini bu gün yeniden analiz ederek ve temiz olarak çalıyorlar. Ama tapu kendilerinde değil ve ortaya steril ve heyecan vermeyen bir müzik çıkıyor. Bu hareketin amacı bir toplanıp, durma, toparlanma ve cazın geçmişine sahip çıkma. Repertuvarları koruma. Ama tüm bunlar cazın önünde bir ikilem oluşturuyor.  Bir görüşe göre caz hep yaratıcı olmak ve ileriye yönelik olarak yapılmamışı keşfetmek zorunda.  Şimdi hangi görüş doğru bilemem, bu beni aşan bir soru. Bizden önceki nesil Herbie Hancock, Wayne Shorter, Mc Coy Tyner, Chic Corea eğer kariyerlerinin en verimli devirlerinde yaratıcılıklarını zorlasalardı bu günkü neo klasik harekete gerek olmayacaktı. Bunların hepsi 1970’li yıllarda öncelikleri böyle olduğu için alanlarını başka yönlere kaydırdılar. Miles Davis onları bir yere getirdi ve koydu. Onlar ise Miles’dan aldıkları çekleri bozdurmak için başka başka yönler dağıldılar. Wayne Shorter önemli bir kompozitör olarak bir yere vardı. Keith Jarret bir istisnadır o hep kendini başka bir yere koydu. Diğerleri için ise önce fusion sonra da confusion (karmaşa) başladı. Bir gün geldi herkes caz elden gidiyor diye bağırmaya başladı ve işte o zaman cazın eskisine dönen Wynton Marsalis ve genç aslanlar ortaya çıktı. Herbie Hancock ve Chick Corea’yı affetmiyorum, onlar yüzünden cazda 30 yıllık bir duraklama ve bu duraklamaya karşı ağır bir tepki oldu.

 

Ancak Can Kozlu’nun caz hakkında öğrendikleri sadece Amerika ile sınırlı değil, bir başka ilgi alanı olan etnomüzikoloji ona cazın bambaşka bir boyutu hakkında ip uçları veriyor.

 

“Etnomüzikolog yönüm var. Amatörce başladı, uzadı gitti. Dünyadaki bazı stilleri öğrendim. Batı Afrika, Hint, Güney Hindistan, bunlar çok önemli müzikal zenginlikler. Hepsinin ortak bir özelliği de var. Etnik müzik son derece tutucu ve dışa kapalıdır. Mesela en haşin olanlar Kübalılardır, hiç kimseyi içlerine almazlar. Ama ben alçak gönüllülükle onlara yanaştım ve diyalektlerini öğrendim. Caza bulaşmış olmak önce bende bir zorluk yarattı ama öğrenme sürecine bir ön yargı ve tavırla giremezsin. Etnik müzikleri öğrenmenin hem zanaatına hem sanatına faydası olur, dünyayı daha iyi anlar kendini daha iyi ifade edersin. En moderninden en gerisine kadar tüm çağlar boyunca yaşamış toplumlarda bir davul kültürü var. Bu yüzden de davulcular tüm dünya kültürlerine diğer müzisyenlerden daha açıktırlar. Her gittikleri yerde ortak bir dil ve anlayış bulurlar. Bir Yehudi Menuhin çingene kemanına ilgi duyabilir ama davulda bu yaklaşım ve kaynaşma çok daha kolaydır. Şu anki aklımla yeniden davul çalmayı öğrensem Batı Afrika’ya giderek işe başlardım. Etnik müzikte insanlığın öğrenmesi gereken birçok şey keşfettim. Bunlardan enönemlisi müziğin cemaat boyutu oldu. Tek başına anlamsız olsan bile bir bütünün küçük bir parçası olabilirsin. Tek başına çaldığın zaman anlamsız olabilir ama hep beraber çalarken anlam kazanır bireylerin tek tek toplamından daha büyük bir bütünün parçası olabilirsin. Kibir Afrika kültüründe hiç bir şekilde kabul edilebilir bir şey değildir, asla cemaati küçümseyemezsin. Bunu anlayamayan da cazı anlayamaz. Bu cazın da olmazsa olmaz bir koşulu. Az şey ile çok şey söyleyebiliyorsun.

 

Cazın bir tarifi varsa o da ekip çalışmasıdır. İfade yeteneği de bir başka boyutudur. Az şey ile çok şey söylemeyi öğreniyorsun. Batı kültüründe davulun yeri orkestranın en arka tarafındadır. Ama bir Afrika davulunda 8-9 tını vardır. Davulcu bunları değişik sıralarda çalarak çok fazla şey ifade edebilir. Teknik ve virtüözite yok. Sadece ortak bir dil ve ifade gücü var. Virtüözite bireyselliği ve solistliği getiriyor. Solistlik ise yalnızlıktır. Zenci bireyselliği ne zaman öğreniyor, kölelik kalktıktan sonra. Afrika’dan geldikten 250 yıl sonra yanlızlığı ve bireyselliği tanıyor, blues söylemeye başlıyor, zenci bireyselliği ortaya çıkıyor.

 

Caz uç bir cemaat anlayışı ile uç bireyselliğin tek potada eritildiği başka bir sanat dalı. Böyle bir başka sanat dalı yok. Bireysellik olmasına rağmen hep çalarken başkalarının açığını kapatıyorsun, birisini heyecanlandırıyorsun, eşlik ediyorsun, kıskanıyorsun, seviniyorsun, solo yapıyorsun. İşte bu yüzden ben cazı seviyorum ve yapıyorum. Bu benim için bir oyun. Çok entelektüel olursan bu oyunu oynayamazsın, müzik yapamazsın, aynı sahneyi paylaşamazsın. Mesela Fransızlar oynayamıyorlar, biraz iç güdüsel ve çocukça olmak lazım.

 

Cazda kimi beğendiğime girmek istemiyorum. Sana tesir eden kişiler başkalarının tanıdığı ünlü kişiler olmayabilir. Benim en büyük hocalarım beraber çaldığım müzisyenler. Ben davul çalmayı davul çalmayan müzisyenlerden öğrendim. Tüm geçmişimde beraber çaldığım insanların bu gün geldiğim yer ve anlayışta etkisi vardır. İnsan çaldığı ve dinlediği her şeyin bir toplamı oluyor. Bu açıdan baktığınızda çoğu caz müzisyeninde bir Charlie Parker var, adam bir lisanı getirmiş.

 

Caz kavramı öyle bir yere geldi ki içi boşaldı. Her şeyişin içine girdi. Cazz eşittir doğaçlama da değil. Başka müziklerde de doğaçlama var. Bireysellik ve cemaat anlayışı iç içe. Caz bence en demokratik müzik. Kendi sınırlarının bittiği yerde başkasının sınırları başlıyor. Ama doğru sınırı çekmezsen de cemaat seni kabul etmeyerek dışlıyor.”

 

Okay Temiz’in benzer duyguları taşıdığını söylüyorum. Birbirlerini çok iyi tanıyorlar ama ortak bir çalışma yapabileceklerini belki şimdi fark edebilirler. Cemaat denince aklımıza içinde yaşadığımız ve toplum dediğimiz cemaat geliyor. Cemiyet hayatı açısından Can Kozlu’yu merak ediyorum. 1991’de arkadaş çevresinden bir finans uzmanı hanım ile evlendiğini eşlerin ayrı mesleklerde olarak birbirlerini tamamlamalarını çok doğru bulduğunu öğreniyorum. 6.5 yaşında bir oğlu ve 4 yaşında bir kızı var. Çocuk yetiştirmeyi dünyanın en romantik olmayan şeyi olarak görmesine rağmen çocuklarına çok düşkün olduğunu hissediyorum. Geç evlenmiş olmasına rağmen eşinin kıymetini bildiğini vurguluyor. Sonra bugün geldiği noktanın ilerisini irdeliyoruz.

 

“Türkiye’nin gündemi çok yapay. Burada herkes kendi konusunun dışında konuşuyor. Gün oluyor gençleri özellikle öğrencilerimi görüp umutlanıyorum, gün oluyor ülke idaresini görüp üzülüyorum. Belli bir yaşa ve yere gelince çevrendeki insanlar seni bir yerlere getirmek istiyorlar. İnsanları çok erken emekliliğe ayırıyorlar burada. Tedirgin oluyorsun. Hoca olmak güzel ama gençlerden öğrenilecek şeyler var. Benim yaşımdakiler çoğu zaman gençlere kapalı olabiliyorlar. “Ağabey bilir” dokunulmazlığı oluyor. Bu noktaya gelen insanlar astığı astık kestiği kestik insanlar oluyorlar. Arkaları ile bağları kopuyor, hâlbuki öğrenmenin sonu yok.

 

Bu gün 46 yaşındayım. Daha yapmayı düşündüğüm şeyler var. İlk olarak bir albüm meselesi var, insanlar albümü olmayan bir müzisyeni yadırgıyorlar. Müziğin dışında da hayallerim var. Bilgi Üniversitesindeki öğretmenliğim, çiftlik evime sera yapmak, çocuklarımı istediğim gibi büyütmek. Sonra deniz hasretim var. 3 yıldan beri bir yelken grubum var. Denize çıkıyoruz, yelkencilik ve gemicilik öğreniyorum. Biz ailece bir şeye merak sardık mı onu esaslı bir şekilde inceleriz. Uzun deniz yolculuklarında okuyarak deniz bilgilerimi arttırıyorum. Deniz ve gemicilik çok kapsamlı bir konudur. Yelken, navigasyon, meteorloji, dizel motor, bin bir çeşit şey. Zaten derler ki hayatının sonuna kadar uğraşsan da iyi bir denizci olamazsın. Denizde geçirilen üç gün karadaki üç haftaya tekabül eder. Ağabeyim ile birlikte tekne yapıyoruz. Boyumun ölçüsünü alayım istiyorum. Oğlum da benim gibi denize ilgi duyuyor, geçenlerde dümen tutarak bizi marinaya soktu.”

 

Bu noktada konuşmamızın başındaki baba oğul eğitiminde denizin rolü konusuna tekrar değiniyoruz. Tabii hoca kimliği ağır basıyor ve caz yolculuğuna çıkan gençler için verebileceği öğütleri soruyorum.

 

“Türk insanı az yetenekli değil ama caza soyunacak kişilerin bilmesinde yarar var. Bu uzun ince bir yol ve çok zorluklarla dolu. Nefeslerinizi ona göre ayarlamanız lazım.

 

Türkler çalmak istedikleri cazın syntax ve lehçesini yeterince bilmiyorlar. Sadece nota okuyarak çalınan müziği anlamak ve çalmak mümkün değil. Mesela bir davulcuyu anlamak için mutlaka beraber çaldığı solisti bilmek lazım. Elvin Jones’u tanımak için John Coltrane’i, Max Roach’ı tanımak için Charlie Parker’ı, Jack DeJohnette’i anlamak için Keith Jarret’i bilmen gerekir. Max Roach’ı dinlemeden anlayamazsın, sadece notaları görerek olmaz, aksan yanlış olur.

 

Türkiye’de insan 25 yaşında 2 CD yapmamış, 10 festivale katılmamışsa kendisini kaybetmiş bir insan olarak hissedebiliyor. Bu işin ustası olabilmek oldukça uzun zaman alabiliyor.

 

Müziği uzun dönemde para, ün, statü gibi farklı nedenlerle yapabilirsin ama mutlaka yaşamının bir bölümünde müziği müzik için yapmak zorundasın yoksa belirli bir seviyeye gelemezsin. Müzik öyle bir ortam ki uzun zaman herkesi aldatamazsın, söylediklerinin tapusu sende değilse ve boşlukların varsa bu mesleği yürütemiyorsun. Sahnede çaldığın zaman aslında bir Strip Tease gibi, her şeyin ortaya çıkıyor, görülüyor. Aldatmaca mümkün değil. Bu sanat vasatı da kaldırmıyor. Çok iyi ol, çok kötü ol, ama bence en korkuncu vasat olmak. Çok iyi ol, çok kötü ol ama sakın vasat olma.

 

Olayın bir başka yönü de disiplinli ve çalışkan olmak. Hayatının bir döneminde enstrümanınla baş başa bir inzivaya çekilmen lazım. Hepimiz gerçeği hep dışarıda arıyoruz, biraz da içimize bakmamız lazım. Böylesi bir inziva insanı depresyona da itebilir ama içerisinden çıkabilirsen çok daha özgüvenli, inandırıcı ve bütün bir sanatçı olabiliyorsun. İnsanın kendini araması ve bulması en zor olan şeydir. Ben bunu Amerika’da yaşayarak öğrendim.

 

Çal, seni çal, yüreğini çal, referans yok, kendin ol. Bu bizim kültürümüze yabancı bir şey, ağır bir şey. İnsanlarımız korkarlar. Amerika’da söylenen bir söz vardır “Jesus said pray, Parker said play”. Türkçe’si kafiyeyi kaybediyor ama şöyle denebilir:’ İsa dua et dedi, Parker çal dedi’.

 

Duygusal referanslarını yok et, emniyet ağlarını at, çalmanın hakkın olduğunu bil.”

 

Andre Gide Oscar Wilde’ın DeProfundis adlı kitabına yazdığı önsözde yazarı şöyle anlatır:

 

“İnsanı eserinin arkasına gizlemeye çalışmak yerine şimdi yapmaya çalışacağım gibi önce insanın eşsizliğini göstermek gerekirdi, sonra da eser aydınlanırdı zaten. Yunan filozofları gibi Wilde’de bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi. Hayat hikâyesini onu daha uzun süre tanımış olanlaryazsın; onu can kulağı ile dinlemiş olanlardan biri, burada sadece bazı kişisel anılarını anlatacak.”

 

Ben bir gün Can Kozlu’yu yakından dinlemek fırsatını buldum, can kulağı ile dinledim. Onu yılın caz davulcusu seçen bir çok dergi okuyucumuz gibi bende yaşadığı şeyleri kendi özgün albümünde bizlere kalıcı olarak bırakmasını istiyorum. Ama onu tanıdıkça aslında en büyük eserinin kendi yaşamı olduğunu fark ettim. Tüm sert ve soğuk görünüşünün ardında sımsıcak ve hayatın zor yollarında olgunlaşmış bir ruh buldum.

 

Onun hayat hikâyesinin günün birinde yazılacağına da eminim. Ama bunu onu uzun süre tanımış olanlar yapacak. Ben sadece onunla geçirdiğim kişisel bir öğleden sonrayı sizlere aktardım.

 

Sevgili Can umarım ülkende domatesin kokusu her zaman sana güzel gelir...

 

Tunçel Gülsoy

 

Cazkolik.com / 23 Kasım 2009, Pazartesi

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.