Tatili evde geçirmek berbat bir şey midir?

Tatili evde geçirmek berbat bir şey midir?

Yaz bitmeden, "Cuando fuimos los mejores" ve "De música ligera" romanlarının Bask'lı yazarı Aixa De La Cruz'un El Pais gazetesinde yayınlanan yazısını çevirerek yayınlamak istedik. Haliyle, 'burası Cazkolik, niye seyahat, yaz, tatil gibi bir konuda yazı yayınlıyorsunuz' diye soran olacaktır, aslında bu tür yazıları yıllardır yayınlıyoruz, Türkiye'nin en iyi seyahat ve gezi kültürü yazarlarından Güzin Yalın uzun yıllardır yazarımız. Çok sayıda açık kültür, çevre ve yaşam temalı etiket yazılarımız var ama haliyle bu alana ilgimiz sınırlı. Bu çeviri yazı özellikle bu yoğun tatil dönemi bakımından arşive alternatif bir bakış açısı sağlar diye tahmin ediyoruz.

 


 

Hayattaki tesadüfî olaylardan biri sayesinde vaktiyle ailemle yazları geçirdiğimiz bir kasabada yaşamaya başladım. Evim, İspanya'nın kuzeyinde Cantabria bölgesindeki Puebla Vieja de Laredo'da bulunan asırlık ahşap bir binanın dördüncü katındaki bir apartman dairesi. Pencereden, Romanesk tarzdaki kilisenin çatısına konmuş bir saksağana bakıyorum ve sanki o hep aynı saksağanmış gibime geliyor. Şimdi oturduğum ev, vaktiyle büyükbabamın 1970'lerde iki milyon pesetaya (yaklaşık 13.000 dolar) satın aldığı sahil kenarı turistik yerleşim bölgesindeki o evden üç kilometre, ama yaşam tarzı olarak bir dünya kadar uzakta. Dedem o yıllarda şaşkınlıkla ve o rakamın hâlâ hayatta bir karşılığı olduğu inancıyla yorulmadan tekrarlamaya devam ediyordu, çünkü, ne olursa olsun, onun için bir şey ifade ediyordu.

 

Ben de tıpkı dedem gibi, sanki neden burada olduğumuzu açıklayan sihirli bir sayıymış gibi, şimdilerde, geçmişte yaşadığımız sahilden üç kilometre uzaktaki bu ev için 100 bin Euro'dan daha az ödediğimizi eğer dinleyen olursa anlatma alışkanlığı edindim. Gerçek şu ki, memleketim dışında Laredo'dan daha uzun süre yaşadığım bir yer yok. Dedemin ölümüne kadar aileme ait olan o daire, annemin kocasından ayrılıp kendini benimle sokakta bulması üzerine sığındığı ilk sığınak olmuştu. İşte, sosyal fobim, taşındığımız o Temmuz ayında apartmanın bir grup mahalleli çocuk tarafından adeta ele geçirilmesiyle başladı. Çocukların varlığı beni sık sık banyoda saklanmaya zorluyordu, ikide bir çocukların zile basarak bağırdıklarını hatırlıyorum: “Hadi, neden aşağı gelmiyorsun?”. O daire ve şimdi bu kasabadaki evimde iki farklı koca ve birkaç sevgiliyle yaşadım, kültür merkezinde sahneye koyduğumuz oyunda ışık teknisyeni olarak ilk çıkışımı yaptım, tiyatro oyunum "La linea del frente"nin senaryosunu orada yazmaya başladım, doktora tezimi orada yazdım ve romanım "Cambiar de idea"yı (Fikrimi Değiştirmek) orada kaleme aldım, ancak, tüm bu yaşananlara rağmen, noterden kendi evimin tapusunu alana kadar kendimi Laredo'ya çok da bağlı hissetmiyordum. Bunun nedenini sonra anladım, o zamana kadar esas kasabada değil de, onu çevreleyen ve esasen sonradan turizm için inşa edilmiş bir yerde yaşamış olmamdı. Yani, gerçekten, buralı olanların, buralı olmayan siz turistler için inşa edilen ayrıcalıklı turistik bölgenin sınırlarında kalmıştım.

 

Ağustos ayı başında, işte bu turistik oteller bölgesinde öğle yemeği için bir arkadaşımla buluştum. Dışarıda bir masada oturabilmek için neredeyse bir saat bekledikten sonra nihayet oturabildik, siparişlerimiz alındı ve arkadaşımın köpeği, biz geldiğimizde zaten lokantada oturuyor olan İskandinav bir ailenin türdeş rottweiler'larına havlamaya başladı. İşletmenin sahibi birden deli gibi ortaya çıktı ve tesiste köpeklere izin verilmediğini ileri sürerek bizi ama sadece bizi dışarı attı. Her şey o kadar tuhaftı ki, çok mu sinirlenmeliyim yoksa aldırmamalıyım doğrusu bilemedim. O bölgenin iyi bir sakini olarak, Ağustos ayının turizm sektöründe çalışanlar için istisnai bir ay olduğunu, stresli durumlarının ciddiye alınmaması gerektiğini mi anlamalıyım, yoksa olanları yaşananlara mı bağlamalıyım, bilemiyorum. Aslında buranın sakinine fazlasıyla benziyorum. Lokantanın İbiza'dan ilham alan dekorasyonu ve su fıskiyeleri için harcadığı paranın benim için olmadığı gayet belliydi. Kendimi bir anda, başka bir kasabada, başka bir yerde, başka bir açıkhava lokantasında yemek yiyor olmam gerekirmiş gibi, başka bir plaja giden yolda saatlerce süren trafik sıkışıklığına katkıda bulunmam, güneş çarpması tedavisi için acil servise gitmem gerektiğini hissettim. Yeterli sayıda doktorun bolmadığı bir klinikte olmak, veya orada bir yerdeki bir süpermarketten tuvalet kağıdı satın almak, otelde mojitomu alma hakkına sahip olduğumu hissetmek gibi şeyler karşılığında bu toksik turizmin çarkını beslemek zorunda olduğumu hissettim.

 

Yaz aylarında yaptığım şeyleri tatil olarak tanımlanabilir mi? Evde kalıp ofisimi yoga salonuna çevirmek, bitkilerimle vakit geçirmek, kızımla ve kızımın yıl içinde aldığı oyuncaklarla oynamak, arabayı bir ay hiç kullanmamak... Ne kadar berbat değil mi? Yıl boyunca güzel ve serin bir ortamda yaşamak elbette ayrıcalıktır, şehirden kaçmayı hayal edenlere ders vermeye niyetim yok, yaşadığımız şehirlerin bu denli büyük bir utanç ve büyük bir başarısızlık olduğu söylenebilir, şehirlerimiz o kadar çekilmez halde ki, eğer yaz aylarını, kış boyu zar zor tahammül edebildiğimiz evlerimizin dışında geçirmezsek o yazı yaşanmış saymıyoruz. Umarım yaşanabilirlik yönünde öyle sarsıcı bir değişim olur ki, sonunda, tatil zamanı geldiğinde kimse bir yere gitmek istemez. Ya da daha da iyisi: Umarım dinlenme yeri aynı zamanda ikamet yerimiz olur ve seyahatlerimiz sadece iş icabı olur. Bunun için dua ettiğimi söyleyebilirim.

 

Aixa De La Cruz

 

Bu yazının orjinali 29 Ağustos 2023 günü El Pais gazetesinde yayınlanmıştır.

 

Cazkolik.com / 02 Eylül 2023, Cumartesi

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.