20. İstanbul Caz Festivali dün akşam Yıldız Sarayı bahçesinde Lena Chamamyan`ın şarkılarıyla sona erdi

20. İstanbul Caz Festivali dün akşam Yıldız Sarayı bahçesinde Lena Chamamyan`ın şarkılarıyla sona erdi

18 Temmuz 2013, Perşembe

 

Festival John Legend konseri hariç dün akşam Lena Chamamyan feat. Göksel Baktagir. Özer Arkun, Tuluğ Tırpan Trio ile son konserini verdi.

 

Bazı isimler vardır, yeterince tanıdığınıza inandığınız halde farketmediğiniz başka detaylar var mı, benim görmediğim ayrıntılar neler olabilir diyerek hakkında yeni şeyler öğrenmek için araştırmaya başlarsınız. Ve mutlaka bir kaç olumsuz yorum veya tespit bulursunuz, olmaması mükün değildir zaten ama mümkünmüş... Lena Chamamyan hakkında özellikle Türk dinleyicisinin hiç bir olumsuz şey yazmamış olduğuna inanabilir misiniz? Evet, öyle... Özellikle sesi Arap dünyasının kare asına girecek kadar beğeniliyor. Bir çok kişi Farid Farjad, Khaled gibi (hatta artık abartılı bir iyiniyet kabul etsek de Nusret Fateh Ali Khan) büyük seslerle aynı sırada anıyor.

 

Önce konser öncesine uzanalım.

 

Bu konser için geçen hafta sevgili Tuluğ Tırpan ile telefonda konuştuk. Nasıl bir konser olacağın dair ondan ön bilgiler almak, kendisi hakkında yeni şeyler öğrenmek ve Lena Chamamyan`ı bir de ondan dinlemek istedik.

 

Tuluğ Tırpan biliyorsunuz üçleme albüm serisinin sonuncusu My Blue Color`ı yayınladı. Yayınlandığı günden beri dinleme favorilerimiz arasında yerini hiç kaybetmeyen kayıtlardan biri ama bir türlü albümü hakkında detaylı söyleşi yayınlamak mümkün olmadı. Bunun sözünü de aldık.

 

Tırpan`ın son bir kaç yıllık (belki de daha eski) dönemi özellikle Balkan ve bu toprakların müziğine dönük. Sözünü ettiğimiz bu yeni albümünde bu etkiler bariz. Hatta trio sanatı olarak ülkemizdeki en iyi kayıtlardan biri. Kişisel projeksiyonunu etnik müzik değil ama (örneğin geçenlerde festivalde izlediğimiz Bojan Z. gibi) kendi müziğini de cazın içinde filizlendiren çalışmalar üzerine kurgulaması oldukça saygın bir düşünce.

 

Lena Chamamyan son bir yıl ya da biraz daha öncesine kadar Suriye`de yaşıyormuş. Suriye iç savaşa sürüklenince Fransa`ya gitmeyi tercih etmiş. Gelecekte ne olur bilinmez ama galiba artık orada. Sevgilisi ya da eşi ve aynı zamanda menajeri Chamamyan`ın tüm projelerini yöneten kişi.

 

Başarılı sesin Türkiye ve Türklerle ilgili duygusu oldukça sıcak. Daha önce bir çok kez Türk müzisyenlerle farklı projeler yapmış, konserler vermiş biri. Ermeni, Arap müziğini caz harmanıyla seviştirmesi kendi türünde söyleyen insanlar arasında onu hemen öne çıkaran özel bir ayrıntı. Dün akşam da zaten benzeri bir çok parçayı seslendirdi. Ermenice, Arapça söyledi... Henüz yayınlanmamış yeni albümünden parçalar da söyledi... Özellikle Beatles`ın Imagine`in de seyirci artık şahlanmıştı. Herkes kendi hayatı için daha iyi günlere dair özlemini John Lennon`ın sembol şarkısı üzerinden tarif etmeye kalpten katılıyordu. Chamamyan`ın hiç bir dediğini kaçırmayan dinleyici bize onu niye benzerlerinden daha fazla kendine yakın hissettiğini de bu sayede gösteriyordu.

 

Fotoğraflar için Leyla Diana`ya teşekkürler.

 

 

 

 


 

17 Temmuz 2013, Çarşamba

 

Yine bir festivalin daha sonuna geliyoruz. Bu akşam ve 29 Temmuz gecesi dışında konser kalmadı. Geldi gelecek derken birden tüm toplumun içine yuvarlandığı Gezi Parkı direniş günleriyle festival acaba nasıl çakışacak düşüncesiyle bir anda başlayan konserler, acele ısınma turları, soluksuz koşturma, konser konser günlük, hiç bir detayı kaçırmama telaşı ve derken yine umulmadık bir konserle dün akşamın güzel anları.

 

Chano Dominguez İspanyol caz sahnesinin dünyaca ünlü ismi. Gerçek bir piyano virtüözü. Şaşırtıcı biri. Aslına bakarsanız, dün izleyene kadar caz evreninde kapladığı yerin büyüklüğü konusunda acilen giderilmesi gereken bilgi eksikliğimiz varmış. Bu bizim suçumuz. Bu yıl 53 yaşına basan piyanistle ilgili çoğu yerde flamenko caz ibaresine rastlarsınız ama bu şekilde söyleyince inanın bu efak tefek dev adama haksızlık olur. Chano tüm bunlardan çok daha fazlası. Bir kere tuşesinin inanılmaz bir blues`u var. Swing salınımını çok sevdiği o kadar belli ki... Bir kaç cümlenin ardından hemen kendini swing-bop-latin ve blues evrenine atıveriyor. Tabii bizi de peşinden uçuruma sürüklüyor.

 

Sahnede hepsi iyi... Basçısı, davulcusu, flamenko solisti, dansçısı hepsi iyiler ama Chano Dominguez yoksa hiç biri yok. Kendimizi kandırmayalım. Dün gecenin tek yıldızı vardı; Chano Dominguez.

 

Eve dönünce usta piyanistin dün akşam bir çok parçasını dinlediğimiz son albümü Flamenco Sketches`i ne kadar üstünkörü dinlediğimizi anlayıp hemen tekrar playera koyup dinledik. Miles Davis alamet-i farikası parçaların akşam konserde izlediğimiz yorumları Dominguez`in piyanosu (daha doğrusu triosu demek lazım) ve iki flamenko sanatçıyla müziğine görsel bir şov da eklemeyi başarmıştı. Haa... bize sorsanız bu iki etnik eklenti olmasa olur muydu? Hiç bir eksiklik hissedilmezdi ama Dominguez tecrübeli bir isim, izleyiciyi müziğine daha yoğun çekmenin sırrını biliyor.

 

Flamenko Skecthes, Freddie Freeloader (ki özelikle bu parçanın piyano icrası başucu eseri olmaya layık), Blue in Green (enfesti), So What, All Blues (ah o blues) hepsi kalbimize çarpıp çarpıp geri geliyordu.

 

Festival hafif serin bir Arkeoloji gecesiyle son konsere bir adım daha yaklaşıyordu.

Konserden renkli notlar:

• Modacı değiliz ama Chano Dominguez`in kıyafeti ilginçti. Pantalonu daha da ilginçti. İspanyol renkler!!!!

• Gülhane Parkı giriş kapısında shuttle denen mini taşıyıcı araçlar gördük bu sene ilk kez mi kondular emin değiliz ama yürümeyi istemeyen ya da muhtelif sebepleri olanlar için çok güzel bir uygulama.

• Bur diğer notta yine (artık turist mi ya da burada yaşayan yabancılar mı bilmiyoruz ama) çok sayıda yabancı dinleyicinin varlığı oldu. Geçen sene Amerika da yayınlanan bir bültende İstanbul Caz Festivali için turistik turne ilanı görmüş hatta haber bile yapmıştık, bir kaç konserde aynı yabancı dinleyicileri görünce bu ilan geldi aklımıza, acaba öyle mi? Öyleyse ne güzel :)

• Geçen Arkeoloji konserinde yazmayı atladık, bu sefer belirtelim, bahçe konser düzeni geçen yıllara göre 180 derece değişmiş. Önceden görkemli müze kapısının önündeki merdivenler sahne iken bu sene dikine oturma düzeni tercih edilmiş. Peki iyi mi olmuş? Bizce maalesef hayır!

• Yerleşim düzeniyle ilgili kaygımızı haklı çıkaran bir notta özellikle oturma düzenine göre sağ taraftaki koridorun her iki konser boyunca nerdeyse İstiklal caddesi kadar yoğun gidiş geliş trafiği. Bu konuda kendi arasında homurdanan çok dinleyiciye şahit olduk emin olun.

 

Fotoğraflar için sevgili Leyla Diana`ya teşekkürler.

 

 


 

16 Temmuz 2013, Salı

 

Dün gecenin anlatımına nereden başlamalı... Bu yıl festivalle ilgili genel olarak hangi yazıda, ne şekilde bahsedilse Deutsche Philharmonie Merck feat. Kerem Görsev Trio konserinden de özenle sözedildi. Genel ilgi başlıkları altında gazeteler, televizyonlar, dergiler `klasikle caz arasında` benzeri tanımlamalı cümleler kurdular. Elan doğru... Hepsi yerli yerinde ama gecenin duygusunu dünkü konseri izledikten sonra anlatmaya yeterli mi? Kesinlikle değil! Arada kazanan büyük değer artışının yaratıcısı bir kaç isim sayesinde gecenin konseri çok daha özel bir anlam kazandı.

 

Nasıl mı?

 

Bu kişilerin başında hiç şüphesiz `konzertmeister` Wolfgang Heinzel geliyor. Deutsche Philharmonie Merck`in ünlü şefi sıradan bir şefin ötesinde hayallere sahip. Öncelikle caz müziğini nerdeyse esas işi klasik müzik kadar çok seviyor, bu kesin! Benzeri şeyleri daha önce de hakkında yazılanlardan okumuştuk, sahnede izlemesi çok daha ilginç.

Wolfgang Heinzel`in klasik ve caz müzikten oluşan oyun bahçesi

Daha önce pek çok kez klasikle cazın içiçe geçtiği konserler izledik ama bunların çoğu Bach ya da Mozart olsun klasik ustaların eserlerinin caza uyarlanmış yorumlarıydı. Şef Heinzel ise farklı bir uygulama tercih ediyordu, örneğin davul ve piyano Ravel`in Bolero`sunu seslendirirken paralel olarak klarnetten Gershwin`in Summertime`ını dinliyorduk. Müzikte birbirini tamamlayarak ilerleyen bu paralel duygu doğrusu tarifi zor güzellikteydi. Ayrı bir düzenleme değil, yanyana çalınan müzikler!

Sahnede Merck orkestranın geniş yaylı ve nefeslileri, önde ise piyano, klarnet, davul ve bastan oluşan caz dörtlüsü. İcralarda diyelim Mozart bildiğimiz formuyla ilerlerken caz quartetine geçen müzik orijinal dokunun devamıyla, bozmadan ama birden caza dönüşüyor. Konser boyunca bu şekilde pek çok müziği hayranlıkla dinledik.

* * *

Ama işin değinmemiz gereken bir de başka yanı var. Şef Heinzel`in izleyiciye dönük sıcak sunumu ve diyaloğu. Öncelikle, ilk kez geldiği İstanbul harika bir müzik insanını daha kendine hayran bırakmış. Şehrimizi muhteşem bulduğunun altını samimiyetle çizdi. Hatta bu duygusunu Alman şehirleriyle mukayese ederek heyecan verici bulduğunu da belirtti. Bir de, konserde neyi neden yaptığını kısa kısa ama tertemiz anlatması... Hangi klasik parçanın hangi caz parçasıyla örtüşeceğini ve bunun nasıl olacağını tarif etmesi görülmeye değerdi... Öyle güzel ve içten anlatıyordu ki, konser sonunda birlikte izlediğimiz arkadaşlarımızla `böyle bir kaç şef ve orkestramız olsa ve bir yıl boyunca şehir şehir dolaşıp konserler verseler bir yıl sonunda klasik ve caz dinleyicisinde inanın on kat artış olur` düşüncesinde hem fikir olduk. İş gelip, insan faktörüne haklı olarak düğümlenip kalıyor... Bir tek kişi olarak Wolfgang Heinzel faktörü bile ne büyük bir değişiklik yaratır inanın.

Kerem Görsev Trio`dan harika performans...

Konserin ortalarında şef Heinzel, Kerem Görsev Trio`yu sahneye davet ettiğinde az çok neyin olabileceğini kestiriyorduk ama yaşayınca yine de başka...

Heinzel ve Görsev birlikte çok kısa zaman geçirebilmiş olmalarına rağmen zamanı oldukça efektif ve içten kullanmışlar. Kerem`in şefi kendi evinde ağırlaması, birlikte çalmaları, içtenliği çok artırmış. Sonunda, Görsev üçlüsünden üç parça dinledik ama damağımızda kalan bir saatlik konser tadıydı. İlk seslendirdikleri yeni albümünden Abaco ve Mastic Puding`di. Son parça ise daha eski bir beste olan V-8. Özellikle V-8 orkestranın bile yerinde duramamasına neden olacak kadar diri bir icraydı. Kerem, Kağan ve Ferit doğrusu çok formdaydılar. Bir ara, orkestradaki müzisyenlerin yüzlerine tek tek baktık, hepsi birer dinleyici olmuş ve çalınan cazdan çok mutlu, keşke biz de bir caz trio üyesi olsaydık der gibi dinliyorlardı.

Wolfgang Heinzel ve Kerem Görsev aynı piyanoda dört el finali...

İşte bu güzel bir finaldi... Konserin sonundaki alkış sağanağının kesileceği yoktu. Orkestra yerinden bile kalkamamıştı. Şef Heinzel kısa bir içeri gidiyor ama hemen dönmek zorunda kalıyordu. Sonda Kerem Görsev`le aynı piyanoda dört el birlikte çalmaları çok hoş bir sahneydi. Bir diğer hoş sahne de süpriz parça olarak Queen`in We Will Rock You yorumu oldu. Müthişti!

Konserden renkli notlar:

• Konseri izleyen çok sayıda ünlü gazeteci vardı ve bu isimlerin coşkuya en çok katılanı ise Hıncal Uluç idi. Eğer bir kaç gün içinde bu konserle ilgili coşku dolu bir yazı yazarsa Cazkolik yazmıştı dersiniz.

• Konseri Bülent Eczacıbaşı ile izleyen Pekinel kardeşlerin biri (acaba hangisi, ayırdetmek zor) acaba kendi konserleri için farklı bir ilham almış mıdır. Doğrusu çok memnun görünüyordu.

• Konserin sonunda 4 el çalan Heinzel Görsev`in icra esnasında çalmayı kesmeden bir anda yer değiştirmeleri çok hoştu.

Merck orkestranın çoğunlukla genç müzisyenlerden oluşması dikkat çekiciydi.

• Konser sonu ise ayrı bir şenlik oldu. A.K. Müzik`in standına koşturan müzikseverler gördüğümüz kadarıyla Merck orkestranın bulunan bütün kayıtlarını bir anda tükettiler.

• Son not ise konserin dışından olsun; Cemal Reşit Rey`den çıkınca Açıkhava`da devam eden Ebru Gündeş konserinden yansıyan müzik sanki tezat oluşturması gerekirken hiç de öyle gelmedi. Gündeş`in gür sesinden hangisi hatırlamıyoruz ama hayli ünlü bir şarkısı Orduevi`nun duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. İstanbul işte böyle bir şehir, her yanıyla güzel bir şehir dedik!

Cazkolik.com / 16 Temmuz 2013, Salı




15 Temmuz 2013, Pazartesi

Dün gece (15 Temmuz) Arkeoloji Müzesi bahçesinde festival günlüğünün anlatması en zevkli konserlerinden birini yaşadık. Bu müzenin büyüleyici bir yanı var, sanki burada hiç bir konser kötü geçmezmiş gibi geliyor insana. Öyle güzel ve şehrin keşmekeşinden o kadar uzak, asude bir yer ki! Normalde birbirine tezat olur gibi düşünülen Gülhane Parkı`nın iftar organizasyonlu kalabalığı bile sanki dün akşamki renkliliğin kendine özgü bir parçasıydı.

Piyano ve bandolimden neşeyle birbirini kovalayan melodiler...

Dün akşamki konser için söze önce bandolim denen bu harika aletten başlamak lazım. Küçük, sevimli bir enstrüman, esas olarak elbette kökeni oldukça eski olan lute familyasından gelen mandolin ve ud gibi başka enstrümanlarla da mukayese edilebilecek, çok tatlı hafif yuvarlak hatlı bir enstrüman. Kökenine dair yanlış bir şey söylemiş olmayalım ama bildiğimiz, 1918 yılında dünyaya gelen, Brezilyanın çok önemli ve ilginç kişilikli bestecilerinden Jacob Do Bandolim`in ayrıca yücelttiği bir enstrüman (soyadından da anlaşılacağı gibi). Yaşadığı döneme göre sıradışı bir besteci olan Jacob Do Bandolim kullandığı iki farklı mandolin olduğu söylenir. Asıl adı Jacob Pick Bittencort olan Yahudi sanatçının sahne ismi Jacob Do Bandolim.

Neyse, bu kısmı sınırlı tutup konsere gelmeli...

İtalyan piyanist Stefano Bollani ve Brezilyalı bandolimci Hamilton De Holanda harika ikili olmuşlar. Müzikleri hayli neşeli iken gibi çok da romantik olabiliyor... Bir anda yüzyıllar öncesi Rönesans saraylarının bahçesinde gezinirken bir anda Rio favelalarında uzaktan uzağa duyduğunuz bir müziğe benzeyebiliyor. Bandolim denen sihirli enstrümandan Kuzey Afrikanın çöl esintilerini alabilirken, Bollani`nin piyanosuyla bir anda 20. yüzyıla dönebiliyorsunuz. Sanki o yıllarda Arjantin`in bandoneonuna rakip bir duygu getirmiş olabilir mi? Eğer öyle ise bile bunu başarması mümkün değildi, hem çok farklı sesler hem çok farklı duygular...

* * *

İkili, gece konser boyunca kendi çalışmaları yanında Egberto Gismonti gibi Brazilian, latin Amerikalı bestecilerin eserlerini de seslendirdiler. Daha popüler, günümüze yakın müziklerin farklı yorumlarını da dinledik. Kimsenin kılı bile kıpırdamıyordu. Tam iki kez bis parçası çalındı. İlki çok merak ettiğimiz Oblivion`du. Bizce Astor Piazzolla`nın Libertango`sundan dahi çok daha güzel bir bestesi olan Oblivion ikilinin YouTube`da izlediğimiz versiyonlarıyla nerdeyse aynıydı. Oldukça başarılı ve lirikti...

* * *

Konser bitip de Gülhane`nin turistlerle dolu renkli kalabalığına karıştığımızda dinlemeyi çok istediğimiz halde Lloyd Chisholm`un Salon konserine yetişemeyeceğimizi anladık. İki alto, bir trompetli gece acaba nasıl geçti?




12 Temmuz 2013, Cuma

Günlüğü baştan beri takip edenlerdenseniz bu yaz festival konserleri kadar konser mekanlarından da söz ettiğimizi bilirsiniz. İşin doğrusu, söz edilmeyecek gibi değil. Hem Boğaz`daki elçilik bahçeleri, hem Cuma akşamki İstanbul`un tam kalbi Haliç`teki Rahmi Koç Müzesi doğrusu caz konserlerinin festivalde bir konser mekanında dinlenmesinden ziyade mekanla birlikte yaşayan, onlarca, yüzlerce yıldır taşıdıkları ruhu dinleyecilerle paylaşan yerlere dönüştüler.

Haliç`te bize miras kalan doğal dokuyu biz de gelecek nesillere miras bırakmalıyız.

Caz İçin Tuhaf Bir Yer konserini izlemek için önceden arabanın içine doluşarak trafik kaosunun içinden değil boğazı geçip Haliç`e süzülerek gitmeyi tercih ettik. Bu sayede görübilecek en güzel İstanbul manrazasını denizden görme imkanı olacaktı. Bunu yapmayı istememizin bir nedeni de son sıralarda basında sıkça haber olan 550 yıllık Haliç tersanesinin ihaleyle özelleştirileceği haberiydi. Böylesi muhteşem bir mekanın ve İstanbul mirası bir yerin artık sadece Ara Güler fotoğraflarında kalması, şehrin kendi dokusu içinden alınması süreci doğrusu gücümüze gitti. Umarız bu hatadan dönülür diyerek tersaneyi bir de denizden görmeyi istedik ve hatta bir de mini video çektik. Öyle aman aman bir şey değil video ama, yaşlılığı, kiri pasıyla bile şehrin özel dokusu bu harika mekanın güzelliğini yine de veriyor sanırız. Siz de bakın lütfen.

Fimin sonu da zaten güzel bir zamanlamayla Caz İçin Tuhaf bir Yer konserinin gerçekleşeceği Rahmi Koç Müzesi`nin hemen yanındaki Hasköy iskelesine bağlandığı için biz de buradan konsere geçelim. Ama bu güzel müzeden bir iki resim eşliğinde yapalım bu geçişi.

İşin doğrusunu söylemek gerekirse gelecek senelerde de bu müzede konser olacaksa eğer (ki umarız olur) mutlaka bir kaç saat önceden gelip önce müzeyi iyice gezmeli. Buraya sadece iki resim koyduk ama hem kendi anılarınızla başbaşa kalacağınız hem gözünüzün önünden koskoca bir sanayi tarihinin geçeceği bir müzeden sözediyoruz. Örneğin, hangimiz artık müzeye emanet edilmiş Fenerbahçe vapuruna kurulup boğazın bir iskelesinden bir diğerine gitmedik ki...

* * *

Kairos 4tet`in müziği tipik İngiliz mutfağı gibiydi...

Bu tespiti hem bir eleştiri hem de bir yerde övgü olarak düşünebilirsiniz. Biliyorsunuz, İngiliz mutfağı nerdeyse olmayan bir mutfak... Ama dünyada giderek yükselen bir İngiliz mutfağı terennümü de var. İlginçlik burada zaten... Grubun lideri soprano ve tenor saksofon çalan Adam Waldman olabilir ama biz sadece Ivo Neame (Ayvo Nim okunuyor) çalınca heyecanlandık (biz derken dinleyenler değil `ben` dersek daha doğru olur). Müziğini çoğunlukla dört ya da beş ölçü melodinin melankolik tekrarları üzerine kurgulayan Waldman, genel duygusal ifadesini de kuzeyin Baltık rüzgarlarını arkasına alarak minimalist dramatik tansiyonu kan basıncına yükseltmemek kaydıyla başarıyla uyguluyor. Ama, bu heyecan verici oluyor mu? Sınırlı... Oldukça sınırlı... Heyecan nerde biliyor musunuz? Ivo Neame`nin piyanosunda... Son sıralarda en çok Alman piyanist Michael Wolnny bu kadar etkilemişti, şimdi bir de Ivo Neame yaptı aynı işi ama onun hayranlık verici soloları da sadece konser boyunca iki ya da üç kez geldi.

* * *

En son parçada davulcu Jon Scott`un davulu, Phoronesis`in basçısı olarak tanınan Jasper Hoiby`nin araya girişleri bunu niye konserin tamamında yapmadınız ki dedirtti. Konserin finali bu bakımdan gerçekten güzel oldu.

* * *

Verilen kısa aranın ardından başlayan Bojan Z konserini sadece ilk bir kaç parçasını izlemekle yetinmek zorunda kaldık zira dinlemeye söz verdiğimiz Şenay Lambaoğlu feat. Mederic Collignon konseri başlamıştı bile. Ama şu kadarını söyleyebiliriz, Bojan Z. doksanlardan bu yana Avrupa caz sahnesinin sürekli yükselen isimlerinden. Bunun nedenini ilk bir kaç parçadan bile anlamam mümkündü diyelim ve Şenay Lambaoğlu`na doğru yola çıkalım...

* * *

Mederic Collignon adında bir `fırlama`...

Başlık biliyoruz biraz değil baya yanlış anlamaya müsait ama inanın bunu övgü olsun diye söylüyoruz. Hani sokağın, mahallenin en tatlı, delişmen tipleri vardır ya, işte onları sevdiğimizden mesela `ne fırlama herifsin` filan deriz, bu başlıkta o niyetli bir başlık...

 * * *

İşin doğrusunu söylemek gerekirse, yukarda dediğimiz gibi konserin ortasında içeri girebildik, sevgili Şenay Yelkenli isimli şarkısını henüz söylememişti, sahnede Yahya Dai ile Collignon tatlı çalıyordu, arkasından Şenay sahneye geldi... İşte tam o sırada girdik. Collignon`un sahne enerjisi görülmesi gereken bir şey. Bu adamı seneye bizim mekanlarımız kaçırmamalı, seyirciyi avucunun içine alır ve neler yapar bilinmez... Öyle delişmen, yetenekli ve sevimli biri. Sesiyle muhteşem şovlar yaptığı gibi hornetiyle de ayrı bir dünya...

Konserlerden renkli notlar:

Rahmi Koç Müzesi`nin iki yanındaki geniş çimen parklarda mangallarını yakarak iftar hazırlığındaki aileler...

• Müzenin kafeleri ayrı güzellikte yerler. Bir çok kişi konserden epey önce gelip bu kafelerde güzel vakit geçirmeyi iyi akıl etmişti.

• Müze o kadar dolu ki insan ister istemez konser vermek için o geniy alanı nerden buldunuz diye soruyor, sevgili Harun (İzer) iki uygun yer vardı, biri konseri izlediğimiz alan ve orada bulunan tüm sergi objeleri konser için kaldırılıp özel bir alan oluşturulmuş.

Kairos 4tet üyeleri de müzeden etkilenmiş olmalılar ki öve öve bitiremediler. Bir de (o kısımda ne dediğine dikkat edemedik) Adam Waldman Gezi parkı ile bir gönderme yaptı sanırız zira büyük bir alkış tufanı koptu.

Adam Waldman ile ilgili bir not: Afro kabarık saçının nasıl göründüğüyle uğraşmaktan müziğini icra edemeyecekti çocuk.

• İki konser arasında görme fırsatı oldu, müze kafesi nerdeyse konser kadar doluydu...

• Gelelim Şenay Lamboğlu feat. Mederic Collignon konserine. Şenay siyah elbisesi içinde zok güzel görünüyordu, bu notu mutlaka eklemek lazım.

• Gördüğümüz kadarıyla Mederic`in enerjisi sahnedeki diğer müzisyenleri de (Yahya Dai, Ediz Hafızoğlu, Volkan Hürsever, Cem Tuncer) etkilemişti. Nasıl etkilemesin ki zaten... Acaip bir adam!

Mederic Collignon`un kime benzediğini sonunda bulduk, Luc Besson`un yıllar önce çok sevilen bir filmi oynamışytı sinemalarda Subway diye. Oradaki Parisli ilginç karakterler vardı, onlardan biri mesela...




10 Temmuz 2013, Çarşamba

İki dünyanın cazı.

20. İstanbul Caz Festivali konser trafiğinde İstanbul kazan biz kepçe konser konser salonlarda, yollardayız...

Cazkolik olarak dün akşam iki ayrı konsere dağıldık. EST Senfoni konserini izleyen arkadaşlarımızda hangi notlar var daha tam belli değil, okuduğunuz notlar gece geç vakit yazılırken konser biteli bir kaç saat olmuştu ama bu satırların yazarı ise merakla beklediği Evrim Derimel Ensemble konserinde ön sıradan yerini almıştı.

Türk caz müzisyenlerinin en büyük sorunlarından biri (böyle bir sorunu olanı kastediyoruz tabii ki) makamsal Türk musikisini cazın içine sokma çabaları olmuştur. Türk müziğini ancak herkes kadar ortalama tanıyan ve seven biri olarak özellikle klasik musıkinin cazla nefes kesici eşleşmesi olacağı sanki hep aşikar gibidir. Ama sorun, bunu layıkıyla, formları itiştirerek uyduran değil, lezzetiyle içiçe geçirerek yapabileni dinlemekdi. Yansımalar grubu, Kudsi Ergüner`in kimi işleri, Güç Başar Gülle (ve daha başkaları gibi) isim ve topluluklar gerçekten önemli çalışmalar yaptılar ama bu konuda dün akşam izlediğimiz Evrim Demirel Ensemble`ın farklı bir kulvardan sorunu yeniden tanımlamaya çalıştığını görüp, yeni tasvirler getirme çabasına şahit olunca bu `iki dünyanın cazı` konusunda başka bir pencereden bakabilmek mümkünmüş diyebiliyoruz artık. Üstelik Evrim Demirel`in müziğinde modern cazın tüm vurucu unsurları en güçlü cümlelerle yerini bulurken Hafız Post, Ali Ufki gibi 15. yüzyıl bestekarlarının eserlerinin bugünün caz modernizmi içinde zümrüt yeşili mücevher gibi durabilmelerinin sırrı çok önemli.

Tanburi Özer Özel`in sesindeki berraklık, tanburundaki çelebilik...

Evrim Demirel`in müziğindeki kilit isim kuşkusuz tanburu ve sesiyle Özer Özel. Türk caz dünyasının çok daha yakından tanımaya ve dinlemeye ihtiyacı olduğu aşikar bu harika müzisyenden Hafız Post`un `Çün sana gönlüm müptela düştü`yü dinlemek bizler gibi cazseverler için gerçek birer sürpriz...

Saksofonist David Kweksilber`ın alçak gönüllülüğü...

Gecenin konuk sanatçısı, Hollandalı soprano saksofon ve bas klarnet ustası David Kweksilber parçaların içindeki yaratıcılığı ve ustalığı yanında alçakgönüllü ve harika bir insan olduğunun da işaretlerini gösteriyordu. Chapulling doğaçlamasındaki bas klarnet tek başına her şeyi açıklamaya yetiyor.

* * *

Kısacası, Evrim Demirel Ensemble gecesi zaten çok iyi geçecek beklentilerimizin de ötesine geçerek bu müziği çok daha fazla sayıda dinleciyle buluşması gerek gerçeğini düşünüp durduk. Umarız öyle olur...

Konserden renkli notlar:

Salon`da dün akşam çok hoş ve meraklı bir dinleyici vardı. Müziği son notasına kadar ilgiyle dinlediler ve içten alkışlarını eksik etmediler.

Salon`da dün akşamki kadar yabancı müzik dinleyicisine rast gelmemişiz. Belki de biz denk gelmedik ama sahneden yayılan müziğe en az bizim kadar ilgi gösteren turist yabancıların olması doğrusu güzeldi.

Evrim Demirel Ensemble`ın menajerliğini de yürüten Zümra Oktayoğlu`nun her detayın peşinden koşması ve yetmeyip bir de konseri kayda alması yaptığı işi ne kadar sevdiğini de gösteriyordu.

Evrim Demirel`in Ada albümüyle bizi ilk tanıştıran, Açık Radyo-Dünyanın Cazı programcılarından, sevgili dostumuz Levent Öget`in konserde olması kaçınılmazdı ve mutluydu...

Fotoğraflar için Leyla Diana`ya teşekkürler.




09 Temmuz 2013, Salı

Son haftalardaki ruh halimize bakarsanız dün akşamki David Sanborn Bob James müziğine çok ihtiyacımız varmış.

20. İstanbul Caz Festivali`nin en güzel konserlerini birbiri ardına eklemeye devam ediyoruz. Dün akşam Sütlücü Kongre Merkezi`nde David Sanborn ve Bob James konseri cazseverlerin heyecanla beklediği gecelerden biri olduğunu fazlasıyla ispat etti. Ama, geceyi ve konseri anlatmak için işe önce Sütlüce Kongre Merkezi`nden başlamak gerek...

Haliç bölgesi büyük bir değişim yaşıyor...

Sütlüce, Hasköy bölgesinin yıllar önceki halini bilenlere sorsanız bu semtlerde caz konseri izleyeceğiniz aklınıza dahi gelmezdi. Haliç`in temizlenmesiyle başlayan sürecin sonunda İstanbul`un kalbini yeniden kazanacağımız o yıllarda bile uzak bir öngörü sayılmazdı ama ülkemizde herşey mehter adımıyla ilerlediği için Haliç ve İstanbul`un bu binlerce yıllık tarihi bölgesi de ağır gelişiyor... Ama gelişiyor...

Örneğin Sütlüce Kongre Merkezi... Dün akşam bir de bu gözle yeniden ve taa yolun başından itibaren gözledik. Sorun yok mu? Elbette var!.. Salonun akustik sorunlarını daha önce burada verilen konserlerle ilgili yazılarımızdan hatırlayacaksınız ama gerek kongre merkezinin etkileyici konumu, gerek salonun ihtiyaca cevap vermeye muktedir kapasitesi önemli bir merkez olması gerektiğini bas bas bağırıyor. Gerisi işletme ve PR sorunları aslında... Tabii, teknik sorunların da çözülmesiyle emin olun çok iyi bir salon olur. (Lafın burasında, ulaşım için kesinlikle deniz yolunu kullanmanız tavsiye, harika bir manzara, güzel bir yolculuğu var ve salonun koltukları çok rahat!)

Gelin bu noktadan itibaren konsere geçelim...

Her konserin ilk dakikaları dinleyici ile sanatçı yabancılaşmasının yaşandığı anlardır. Kısa sürer. Hele karşılıklı potansiyel keşfedilince konserin tadına doyulmaz.

Dave Brubeck Quartet`in ruhuna gönderilen selam...

Dave Brubeck Quartet`in Sanborn James dörtlüsünün üzerindeki projeyi yönlendirici etkisini kağıt üzerinde bilmemize rağmen efektif sonucunu görmek için yine de konseri izlemek şartmış! Aslında, sanatçıların Brubeck`in efsanevi dörtüsü ve müziğinden ne denli (özellikle ilk gençliklerinde) etkilenmiş olduklarını anlıyoruz. Zaten, kendileri de belirtiyor. Akşam sahnedeki kare as kurgusu Brubeck Quartet`le birebir örtüşen dörtgene sahipti. Dave Brubeck Bob James ikilisi Brubeck`in müziğindeki `logic construction`ı daha farklı bir müzikal ifadeyle olsa da nerdeyse aynı başarıyla sahneye taşımayı başarıyordu. Paul Desmond David Sanborn alto ikilisi ise birbirinden farklı tarzların ve zamanların adamları ama aynı kesişim kümesinde buluşmayı fevkalade başarıyor. Hele ki Sanborn`un (tutucu cazseverler için smooth ve pop geçmişi ve özellikle pop işlerde acılı, baharatlı sos gibi gelen altosu şecerede bir çentik olarak duruyorken) dün akşamki performansı Desmond`un ruhuna gerçekten çok güzel bir selam oldu.

* * *

James Genus ve Steve Gadd`in Eugene Wright ve Joe Morello hali ise Brubeck efsanesinin ağırlığına rağmen inanın dün akşamki ikili bize çok daha yakın geldi. Ellilerin rhythm section anlayışının altından çok sular aktı. Eğer sahnede Genus Gadd gibi bir ikili varsa (mukayese etmek doğru değil elbette ama) herkesin işi çok zor diyebiliriz! Genus`ın bas melodileri aklımızı aldı. Ya Steve Gadd! Burada Gadd ustaya fazladan cümle eklemek mutlaka şart: 68 yaşındaki büyük davul ustasıyla Türk caz dinleyicisinin ekserisi İzzet Öz`ün seksenlerin TRT`sinde yayınladığı harika müzik programı Teleskop`taki efsanevi Simon Garfunkel Central Park konseriyle tanıştı. Dün akşam Gadd`e özel alkışın arkasında yatan ustanın parmak ısırtan müzisyenliği yanında inanın o yıllardan hücrelerimize işlemiş özel sevgisi de var.

Harika besteler dinledik...

Cazın pop ve diğer müziklerle bir çok farkından biri de popta iyi müziği albümde dinlersiniz (konserlerin çoğu berbattır), cazda ise iyi müziği albümde dinlersiniz, daha iyi müziği ise konserde! Quartette Humaine`in yeni albümünü alın ve dinleyin, sonra dinlediğiniz parçaların dün akşam konserde dinlediğiniz halini anımsayın ne demek istediğimiz ortaya çıkar. Yeni albümden, 27 yıl önce yayınlanmış Double Vision`dan, sanatçıların farklı bestelerinden, Marcus Miller`ın önceki bestelerinden oluşan müthiş bir line-up vardı.

İyi müziğin iyi müzisyenle bizi birbirimize severek yapıştıracak kaliteli tutkalına ihtiyacımız varmış...

Malumunuz, son haftalarımız güzel geçmiyor. Aklımız hep başka yerlerde. Dün akşam Sanborn-James-Genus ve Gadd dörtlüsü farkında olmadan hayranlık veren müzikleri ve müzisyenlikleriyle bize özlediğimiz ve birbirimize severek yapışmaktan haz alacağımız o güzel formülü yani tutkalı verdiler. Akşamki konserin bizde en güzel duygusu da bu oldu.

Sahneden renkli notlar:

David Sanborn Bob James konserinin yaş ortalaması 63,5 idi... Havadaki tecrübe katsayısını varın siz hesaplayın!

• Piyanistlerin nota kağıtlarıyla boğuşmasına alışkınızdır ama Bob James yaşına karşın teknolojiyi yakından takip ettiğini notaları dokunmatik tabletten okuyarak gösterdi. Cool`du!!!

• Salonun bir çok yerinden test ettik, set up`ın kalabalıklığı ve yüksek platform nedeniyle davulcu Steve Gadd`in kendisini oturuyorken görebilmek kısmet olmadı. Sadece ayağa kalktığında görebildik.

• Her müzisyenin sahnede belirgin duruşları ve vücut hareketleri vardır, hatta kiminin alamet-i farikasıdır. Sanborn`un duruşu ise meğer `yengeç duruşu` gibi bir şeymiş. Sol ayağı hafif arkada, bir çeşit külhanbeyi gibi sol omuz hafif aşağıda... Böyle ilginç bir pozisyon alışı vardı...

• Son not ise Bob James`in kırmızı ceketine dair olsun. Normal hayatında bu kadar canlı giyiniyor mu usta piyanist bilmiyoruz ama sahnenin en renkli müzisyeniydi. İçindeki genç hala canlı demek ki!

Fotoğraflar: Emre Mollaoğlu




06 Temmuz 2013, Cumartesi

Festival günlükleri cazseverlerin yakın takibi altında. Biz de konser izlenimlerini mümkün olduğunca renkli anlatmaya çalışıyoruz ama Cumartesi günü festivalin Tünel Şenliği etkinliği (ki yıllardır harika anlara sahne olur, yine öyleydi aslında mekanlarda konserler harikaydı ama maalesef...) konusunda okurlarımız niye bir şey yayınlamadığımızı sordu, haklılardı, önce ne diyeceğimizi bilemedik, sanki ortada hiç bir şey yokmuş gibi konserler şöyleydi-böyleydi diye yazmak yanlış olacaktı, peki ne yapalım, düşündüklerimizi nasıl dile getirelim derken sevgili Ayşegül Yeşilnil`in yayınladığı fotoğraf tam da düşündüğümüz karşılığı yansıtıyordu. Hollanda Konsolosluğu bahçesinde konser öncesi sevgili Nezih Yeşilnil`in gülümseyen, mutlu yüzü, konser sırasında mı, sonrasında mı artık bilmiyoruz fotoğrafta gördüğünüz hale dönüştü. Biz de böyle bir günü bundan daha iyi bir fotoğraf anlatamaz diyoruz ve başka da bir şey demiyoruz...




05 Temmuz 2013, Cuma

Festival günlükleri boğazda müzik anılarına dönüşüyor...

Bugün, konuyu Melody Gardot`ya getirmeden önce festival yönetiminin bu yıl boğazın el değmemiş güzellikteki yabancı elçilik binaları ve bahçelerinde konser düzenleme fikrine kısaca da olsa değinmemiz lazım. Pas geçersek ayıp olur... İstanbul öyle güzel ki gündelik hayatımız hınca hınç olduğu için ne kadar özel bir şehirde yaşadığımızı unutuyoruz. Festival programı açıklandığında kendi aramızda konuşurken boğazdaki elçilik mekanlarını görünce uzaklıktan, nasıl gideriz, park bulur muyuz, geri dönmemiz kolay olur mu, nerde yemek yeriz benzeri kaygılardan tutun da, kendimize işti, güçtü gibi bir sürü ıvır zıvır sebep yaratmaya çalıştık. Ama her zaman olduğu gibi biletlerimizi elimize aldık. Çünkü biliyorduk ki hem konser, hem de mekan için hatıralarımızın konser anıları galerisinde özel bir oda ayıracaktık. Melody Gardot`yu dinlerken göz ucuyla boğazdaki çırpıntıya göz atmanın zevkini hiç bir şeye değişmeyecektik. Bu harika kadını zihnimize kilitleyecektik. Allahtan hepimizin içinde bir alter ego var da bu tarz konser kararlarını bu ikinci kişiliğimiz alıyor, çünkü o büyük resmi görüyor.

Yani, uzun sözün kısası festivalin bu yeni mekanlar arayış enerjisini tebrik ediyoruz. Zaten konser ve mekan eşleşmesini fevkalade yaptıkları için bize sadece konsere gitmek ve keyfini çıkarmak kalıyor. O yüzden gelin önce bu güzel mekanın fotoğraflarına bakalım.

Melody Gardot, Diego Rivera`nın bu emsalsiz

resmindeki kadındır...

Portekizceye aşıktır... Buenos Aires`in milonga cefelerine, Rio`nun favelalarına... Lizbon`un denize dik inen sokaklarına, Venedik`te ölüme, Tijuana`nın çocuklarına, Thelonious Monk`a, kilisenin çanlarına, öğlen güneşine, evlerin uçuşan perdelerine, uçsuz bucaksız Meksika`nın aşı boyalı çiftliklerine, ıssız kiliselerine, Diego Rivera`nın kadınlarına, Diego Rivera`nın kendisine...

Basın hep geçirdiği kazayı ve üstünde kalan etkilerini yazdı. Kaşıdı. Didikledi, Kurcaladı. Ama Melody Gardot içindeki dalları kıran bu kazadan sonra Rivera`nın kadınlarından biri oldu...




04 Temmuz 2013, Perşembe

Aslında, Festival Günlüğü`ne dair ilk notları önceki gün tuttuk ama hepimiz için festival sanki dün akşam başlamış gibiydi. Hani, `şişman kadın çıkmadan opera bitmez` denir ya, İstanbul Caz Festivali`nde de ödül töreni olmadan festival başlamaz... Tören olur, konuşmalar yapılır, teşekkürler edilir, sponsorlara plaketler verilir ve en son Yaşam Boyu Başarı ödülü alanlar sahneye çıkar, işte o zaman festival başlamış demektir...

Dün akşam, cazseverler olarak harika bir geceye daha tanık olduk. Hem töreniyle, hem sonradan sahne alan Anthony Strong konseri ile hem de en son aceleyle yetiştiğimiz Salon`da Uraz Kıvaner Quintet konseriyle...

Gelin hepsine tek tek göz atalım...

Söze önce ödül töreninin yapıldığı Avusturya Elçiliği yazlık rezidansından başlamak lazım, burada daha önce de konserler verildiğini duyduk ama gitme fırsatımız olmamıştı. Görür görmez de boğazdaki benzeri elçiliklerde olduğu gibi hayran kaldık. Hemen denizin kenarıyla, elçilik binasıyla, arkasındaki bahçesiyle muhteşem bir yer... Özellikle yazın çok daha fazla kullanılmalı. Bizler hep bahçedeydik ama Osmanlı mimarı Balyan ailesinin elinden çıkmış gibi duran binada göz ucuyla gördüğümüz kadarıyla güzel bir sergi vardı. Semtin canlılığı, boğaz kenarından akıp giden hayat ve bahçede caz... Hepsi güzeldi... Bahçede dolaşırken hem festival yönetiminden hem caz çevresinden bir çok tanıdıkla kısa kısa görüşme imkanı oluyor. Mehmet Uluğ ile ayaküstü konuştuk. Çeşme açılmış, neşeliydi... Anthony Strong`u seneye Babylon`da izler miyiz diye sorduk, bilmiyorum, sen çok övüyorsun dinleyelim diye meraklandı. Ardından, sonbaharda Akbank Caz Festivali bomba gibi geliyor müjdesini verdi. Daha önce dedikodular duyduk ama yetkili ağzın söylemesi başka. Sevgili dostlar, sonbahara şimdiden sıkı durun... Bir teşekkür de İKSV vakfın ve festivalin sempatik ekibine, hepsi harika genç insanlar. Gerçekten yüzlerinden gülümseme eksik olmuyor. Yaptıkları işleri sevdikleri belli.

Ödül töreni de oldukça sempatik ve neşeliydi. Hasan Kocamaz sağlık sorunları nedeniyle gelememişti, yerine ödülü kızı teslim aldı. Durul Gence ise oradaydı. Resimler nasıl anlar olduğunu kelimelerden daha iyi anlatıyor.

Anthony Strong`un dinamik, swign yorumlarını dinleyici sevdi...

Doğrusu Anthony Strong konserini oldukça merak ediyorduk. Konser esnasında sevgili Hülya Tunçağ, Şenay Lambaoğlu, Leyla Diana bir aradaydık. Hülya Tunçağ`a Anthony Strong`un Delovely albümünü hararetle önerdik, zaten o da genç sanatçıdan hayli memnun kalmıştı. Lirik tenor sesiyle, quartetin dinamik swingiyle, Strong`un sahne enerjisiyle ilk bir kaç parçada dinleyiciyi yerinde sallamaya başlamıştı bile. Bu genç ismi bir yere yazın. Türkiye de sık sık dinler miyiz bilmiyoruz ama haberlerde adını sık duyacağımız kesin.

Şişhane`ye caz yağıyordu...

Gece kaçırmak istemediğimiz bir konser daha vardı; Uraz Kıvaner Quintet feat. Marco Tamburini. Aynı Cazkolik ekibi bahçede Strong şarkılarıyla dolu yarım saatin ardından hızla yola koyulduk. Şişhane de ise başka bir İstanbul vardı...

* * *

Bu yıl festivalde cazın ana damarıyla ilgili mavi kanın European Club konserlerinde akacağını yazıp, söylemiştik. İşte, daha ilk konserle turnayı gözünden vurduk! Övgüleri sıraya dizmekte fayda var.

Önce, başlığı oyun yazarı ve hikayeci Haldun Taner`in ünlü kitabından ilham aldığımızı belirtelim... Uraz Kıvaner`in `Pieces` albümünü zaten çok beğenmiştik, bu beşli ile ayrıca sevdik. Uraz Kıvaner, Engin Recepoğulları, Ozan Musluoğlu ve Ferit Odman rahatlıkla dünyanın her yerinde çalacak, kendi kuşağının bütün müzisyenleriyle aynı sahneyi paylaşacak karatta, bundan hiç kuşku yok. Sahnede hepsi birbirini mükemmel tanıyor ve tamamlıyor. Engin Recepoğulları`nın saksofonu her izlediğimizde daha da şaşırtıcı hale geliyor. Tenor ile soprano saksofonu aynı kıymette çalabilen dünyaca ünlü ustalar arasında bile azdır emin olun.

* * *

Uraz Kıvaner Quintet konsere `Pieces` albümünden iki parçayla başladı. Her ikisinde de Tuna Ötenel`in büyük etkisi vardı. Zaten Uraz Kıvaner de parça anonslarında Ötenel`den ne kadar etkilendiğini söyledi. Tuna Ötenel`i sık dinleyenler onun kendine has melodisi olduğunu bilir. Kısa, ölçülü, akılda kalıcı bir melodi. Benzeri bir duyguyu Kıvaner`in bestelerinde de buluyoruz.

Tabii, ister istemez gözler bir yandan İtalyan trompetçi ve kornetçi Marco Tamburini`deldi. Baştan çok sempatik biri olduğunu hemen belirtelim. Uraz Kıvaner`in bestelerinin ruhuna gerçekten hızla adapte olmuş ama onun kendi ruhunu anlayabilmek için kendisine ait iki besteyi dinlemeyi beklemek lazımmış. Özellikle pes kornet tonları oldukça etkileyici. Pes ve balada yakın. Tamburini`yi dinlerken İtalyanların kendine ait sesi olduğu gerçeği bir kez daha aklımıza geldi. Enrico Rava, Paolo Fresu gibi büyük isimlerin oluşmasına öncülük ettiği bu soundun ta rönesans dönemine kadar uzanan lirik bir teması var. İnanın oldukça berrak biçimde hissediliyor. Ama tecrübesi ve içtenliğiyle (herhalde) ilk kez geldiği İstanbullu caz müzisyenlerinin müziğine de hemen adapte olabiliyor. Hem de yıllardır birbirlerini tanıyan yakın dostlarmış gibi.

* * *

Konserde Ozan Musluoğlu`nun `You Must Forget Sometimes`ını çalmaları tam isabet! Enfes bir seçim ve icra idi. Yine Kıvaner`in kendine özgü sesi ve şarkıları, Engin`in ara ara Coltranevari dip çıkışları müthişti! Jule Styne Sammy Kahn standardı ama tüm dünyada Chet Baker ile anılan `I Fall in Love Too Easily` ülke sınırları dahilinde dinlediğimiz tartışmasız en iyi yorumdu.

Quintetin bis parçası Body And Soul`u dahi zarif bir sahne planlamasıyla organize ettikleri hissi veren icra gecenin ve konserin finali için mükemmel bir malt viski lezzetindeydi. Salon doluydu, herkes mutluydu, Şişhane`de yağmur yağmıyordu ama son sıralar dinlediğimiz en iyi konserden herkes mutulu çıkıyordu.

Darısı European Club`ın diğer konserlerine. Zaten konser sonrasında hem Ozan`la, hem sevgili Şenay`la hazırlandıkları konserlerini ayaküstü konuştuk ve heyecanla beklemeye başladık.




02 - 03 Temmuz 2013, Salı, Çarşamba

Yeni bir festival günlüğünden daha merhaba... Takip edenler bilir, festival günlüğü Cazkolik`in caz festivallerinde alışkanlık haline getirmeye çalıştığımız, festival boyunca gün gün, konser konser olan biteni aktardığımız, notları, izlenimleri okuyucumuzla paylaştığımız gündelik izlenimlerdir. Bu izlenimlerde genellikle koyu müzikal analizler yapmak yerine anlık izlenimlere, görünür alanda olan biteni aktarmaya çalışıyoruz ve elbette en çok da sahnede olan biten ilgi alanımızda oluyor.

* * *

Festivalin açılış konseri Alicia Keys`den...

20. İstanbul Caz Festivali açılışı bir önceki gün Alicia Keys ile yaptı... Biz de konserdeydik. Gerek rastladığımız tanıdıklar arasında, gerek kulak kabarttığımız konuşmalarda en çok duyduğumuz kelime `vasat` oldu. Bunu izleyicinin genel kanaati olarak mı kabul etmek lazım doğrusu emin değiliz ama böyle bir izlenim aldığımız kesin. Esas amacımız konsere dair lugat paralamak yerine aşağıda konserden koyduğumuz fotoğrafa dikkatinizi çekmek, neden derseniz, fotoğrafta dikkatinizi çekmek (ve uzun zamandır değinmek istediğimiz) bir detay var. İzleyicilerin ellerindeki cep telefonlarına bakar mısınız lütfen? Sadece bu fotoğraf karesinde bakın kaç kişi elinde cep telefonuyla sahneyi çekiyor! Bu anlara mutlaka siz de konserlerde denk geliyorsunuzdur. Yani, konserin keyfini sürmek, müziğin üstünüze akmasını izlemek, o duyguyu yaşamak varken cep telefonuyla boğuşmanın, müzikten kopmanın nesi güzel allahaşkına? Buna bir türlü anlam veremiyoruz...


İlk kez bir konserin parçalarını önden tek tek bildik desek ne dersiniz?

Yani Dee Dee Bridgewater ve Ramsey Lewis konserinden söz ediyoruz. Dün gece festival iki konserle başladı. Dee Dee Bridgewater ve Ramsey Lewis Yıldız Has Bahçe`de söylemeye başlamışken yaklaşık bir saat sonra Kübalı Lopez Family Ortaköy`de sahne almıştı. Gerçi bir arkadaşımız da Nussa - Lopez Family Project`i izliyordu ama izlenimlerini satırlara dökmek için gözlemek yerine keyif çatan biri olarak ordaydı (Bizi konserden habersiz bırakmanın hesabını ayrıca soracağız.)

Neyse... Biz gelelim Dee Dee Bridgewater Ramsey Lewis konserine...

İki gün önce yayına giren ve girdiği andan itibaren yoğun ilgi gören "Bu yaz festivalde hangi konseri niye izleyelim?" yazımızda tüm konserlere dair kısa notlar aktarırken, notların ilk sırasında yer alan Dee Dee Ramsey Lewis konserinde (ki yazı şu an yayında, okuyabilirsiniz) hangi parçaların çalınacağını da tek tek yazmıştık ama içimizden de acaba İstanbul da bu şarkıları söyleyecek mi ki diye de geçirmeden edememiştik. Hatta, bizdeki haberi okuyan bir arkadaşımız da nerden bildin diye konser sırasında sordu. İşin aslı tabii tahmin falan değil, yazıyı yazmadan önce sanatçıların önceki konserlerini internetten didik didik aramaktan ibaretti. Sanatçılar konserlerde çoğu zaman line up`da değişiklik yaparlar ama bu daha ziyade akustik konserlerde olur, vokalli konserlerde sanatçının buna cesaret etmesi zordur. Genellikle ekibin çalıştığı parçaların düzenini bozmazlar. Galiba bu kez de öyle oldu...

* * *

Konserin epey kalabalık olduğunu ilk önce belirtelim... Güzel bir kalabalık vardı... İlk iki parçanın ardından uzun süre ortadan kaybolan Dee Dee yerine Ramsey Lewis orkestrasının müziklerini dinledik. Bir notta Ramsey Lewis hakkında; Acaba bu adam hiç yaşlanmıyor mu yoksa biz bildiğimiz 78 yaşındaki Ramsey Lewis yerine JR`unu mu izliyoruz ne dersiniz? Şu fotoğraflara baksanıza lütfen, hiç 78 yaşında gösteriyor mu? Konserin sonlarında Etzel Gomez isimli bir piyanist daha izlediğimizi de ekleyelim. Tespit ettiğimiz kadarıyla bizim haberde ismi geçen parçalardan Stevie Wonder, Michael Jackson ve Michael Franks`i çaldılar.

* * *

Son notta Dee Dee ile ilgili olsun... Onun sesine ve performansına diyecek bir şeyimiz yok, olamaz da zaten ama sadece bizim canlı izlediğimiz konserlerde değil, videolarda, YouTube`ta filan olsun son sıralarda ne zaman izlesek şarkı söylerken üstündeki teatral hava bazen çok dikkat çekici oluyor. Bir anda farklı kişiliklere bürünebilen, sahnede mimiklerinden tavırlarına çok dramatik olabilen bir kadın, muhtemelen bu oyunculuk yeteneğinin sahnedeki haline bir çeşit yansıması olsa gerek.

* * *

Açılış günü ve düne dair ilk izlenimlerimiz böyle... Yarın yeni notlarda buluşmak üzere herkese güzel bir festival diliyoruz...

Dee Dee Bridgewater konser fotoğrafları için arkadaşımız Leyla Diana`ya teşekkür ediyoruz.

Cazkolik.com / 04 Temmuz 2013, Perşembe

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.