"Mutfaktan ve Hayattan Caz Masalları" baharı Japonya`dan karşılıyor...

"Mutfaktan ve Hayattan Caz Masalları" baharı Japonya`dan karşılıyor...

(Bu yazıya ait okunma rakamları 14 Şubat 2011 tarihinden sonrasına aittir.)


Sevgili “Cazkolik” izleyicileri, “Mutfaktan ve Hayattan Caz Masalları”nın ikinci bölümü ile karşınızdayız… İlk bölüme gösterdiğiniz ilgi için sizlere ne kadar teşekkür etsem az… İnsanın bu denli keyif aldığı konuları başkalarıyla da paylaşma şansını elde etmesi çok güzel; bana bu şansı verdiğiniz için binlerce teşekkür…

İlk bölümün aldığı beğeni ve destek, bana bundan sonraki bölümler için de sevinç ve umut veriyor. Bu köşenin, giderek birbirimizi daha iyi tanıdığımız ve hep birlikte daha çok keyif aldığımız bir köşe olacağını artık biliyorum… Gelin yeni bir diyara, hayatın cazını yeni lezzetlerde aramaya gidelim şimdi…

Sevgilerimle...
Güzin Yalın


Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...

“Başka diyarların caz lezzeti…”

Şimdi Japonya’da kiraz çiçeği mevsimi… Japonca ismiyle “sakura”lar pembe beyaz açmış durumdalar ülkenin dört bir yanında… Dünyanın neresinde olursak olalım,  bahar gelince yeniden görmeyi kanıksadığımız bir görüntü bu aslında. Ama her bir çiçekli kiraz ağacının ne denli zengin ve romantik bir güzellik olduğunu hissetmek için, bir bahar Kyoto’da, Gion’da olmak gerek… Yalnızca çiçek açmış güzelim ağaçları görmek değil, Japonların onların hepsine teker teker gösterdikleri ilgiye de tanık olmak için; kendi bahçenizdeki kiraz ağaçlarının kıymetini bilmek için… Aylardır beklenen bir mucize gerçekleşiyor her yıl bu zamanlar Japonya’da, kiraz ağaçları yeniden çiçek açıyor ve Japonlar sevgi, şaşkınlık ve saygıyla, akşamları tarihi anıtlar gibi ışıklandırılan bu ağaçları görmeye, okşayıp sevmeye geliyorlar; yaşamları bir süre bu ağaçların etrafında dolanıyor.

  

Yeryüzünün belki en kurallı ve disiplinli ama aynı zamanda da en naif ve kırılgan insanlarının ülkesinde, hem geleneksel hem en modern, hem hızlı hem yüzyıllarca yavaş bir kültürün, güzellikleri, detaylarını özenle ortaya çıkarıp besleyerek ve en ince noktalarına kadar tadına vararak yaşamasına ben en son tanık olalı tam bir yıl oluyor… Geçen yıl sakura zamanı Japonya’daydım ve daha önceki gidişimde de beni çok etkilemiş olan bu tezatlar ülkesini, bir kez de kiraz çiçeği mevsiminde yaşamaktan son derece hoşnut oldum… Nedense orada, ağaçların çiçek açmasının farklı bir büyüsü vardı sanki ve baharın havadaki kokusu sanki daha tatlıydı. Japonya’da sakura mevsiminde, insanların yüzünde güneşli günlere dair sabırlı bir inancı, başka hiçbir yerde rastlamadığım yumuşaklık ve netlikte gördüm.

Doğrusunu isterseniz, Uzakdoğu kültürünün alışkanlıkları, dinlerinin tevekkül ve sabrı, hayat felsefelerindeki kabulleniş çok bana göre bir şey değil aslında. Ben çok daha hızlı, hemen sonuç alan, kuvvetle talepkar yaklaşımlara alışkınım. Çünkü kanım çok daha fazla kaynıyor; çünkü ben Akdenizliyim. Ama öte yandan, her ne kadar ağır tempolar hiç bana göre olmasa da, ileri teknoloji toplumlarının fazlasıyla artarak doğadan kopmuş yaşam hızı da, bana en az Uzakdoğu dinlerinin tevekkül dolu yavaşlığı kadar uzak. Bu yüzden, yani yalnızca tam da bu ikisinin karışımından başka bir şey olmadığını düşündüğüm için, Japonya’yı merak bile etmemiştim yıllarca. Üstelik neden bilmem, Tokyo gidip görmeden önce beni hiç çekmeyen, hatta ürküten bir kentti… Sanki nefes alamayacağım renksiz bir gökdelen yığını olarak düşünüp kenti, anlamsız bir klostrofobi beklentisi yaşıyordum. Hayalimdeki Tokyo, hantal bir metal yığını, dayanılmaz bir hava kirliliği ve gri renkli bir gökyüzüydü.

  

Oysa bir kez gördükten sonra, yalnızca yaptığım haksızlığın boyutunu ve ürküntümün anlamsızlığını fark etmekle kalmadım, aynı zamanda Tokyo’ya aşık olup onu sürekli geri dönmek isteyeceğim kentler arasına da kattım… Belki biraz, yeryüzünde yaşam zenginliği açısından İstanbul ile kıyaslanabilecek sayılı kentlerden birisi olduğu için… Belki de aslında sadece bu denli hayat dolu, canlı, renkli, çok boyutlu, kıpır kıpır olduğu için… Nedeni ne olursa olsun, Tokyo onu ilk gördüğüm günden beri favori kentlerimden birisi oldu. Ne çılgın trafiği, ne insanın başını döndüren kalabalığı, ne bana çok yabancı bir tarzda yapılandırılmış kutu gibi küçücük yaşam mekanları beni bu fikrimden vazgeçirmedi. Üstelik de bunu kimonolara, Japon fenerlerine, ipek yelpazelere hiç de öyle özel bir merakım olmadığı halde hissettim; yani tutkum Japonya’ya ait folklorik özellikler yüzünden değil, yalnızca yaşamın kentin damarlarında akan temposu yüzünden oluştu… Bana kalırsa, genel beklenti ve beğenilerinizden bağımsız oluşan ilginç bir büyüsü, yaşanılası bir kent olduğuna dair garip bir inandırıcılığı var Tokyo’nun…

Tokyo bir alem… Işıklar kenti, devinim kenti, çeşni kenti… Her köşesinde farklı bir yaşamın izdüşümlerini görmek mümkün… Kentin merkezi sanki onlarca Times Square iç içe geçmiş gibi bir görüntü ve canlılığa sahip. Ama tıpkı İstanbul gibi, Tokyo’da da önce “kentin hangi merkezi?” diye sormak gerek çünkü Tokyo, aynı önem ve keyifte birden fazla merkeze sahip olan sayılı kentlerden birisi ve işte tam da bu nedenden beni çok heyecanlandırıyor…

Pembe tavşan kılığındaki genç kızlar; dantelli mini etekler ile giyilmiş demir aksesuarlı bıçkın ceketler ve sarı, kırmızı, mor saçlı delikanlılar kalabalığıyla, tamamen Batı öykünmesi içerisinde bir yaşam sergileyen ve yolun üst başından bakıldığında, insan kalabalığının durmayan devinimi yüzünden, bir nehir akıyormuş duygusu veren post-modern Harajuku’dan az uzaklaşınca, kentin bir başka köşesinde Uedo Park’ın yıllardır süren huzurlu sessizliğine veya Senso-ji Budist Tapınağı’nın huşu dolu sükunetine ulaşabiliyorsunuz. Ve buralarda geleneksel giysilerini giymeyi hala sürdüren, tapınaklara dua etmeye gelmiş sıradan Japon ev kadınlarıyla, çevrelerindeki her şeyden habersiz görünerek ayin yapmakta olan Budist rahipler, sanki Harajuku diye bir yer yokmuş gibi, Japonya’nın asırlardır var olan ve batıyla alakası olmayan geleneklerini sürdürüyorlar… Ve eğer Uedo Park’a gelmişken Shitamachi Müzesi’ne de uğrarsanız, söz konusu geleneklerin pek çoğunun sergilendiği ve canlandırıldığı bir mekan görme olanağınız da oluyor.

  

Sonra yine karmaşa isterseniz, sizi Shinjuku’nun kalabalığına karışmaya davet edebilirim veya Asakusa Tapınağı’nın önünde kurulan pazara… Buradaki dev fenerlerin altında oturup gelen geçeni seyretmek bile yeterli hareket ve canlılık yaratır gönlünüzde. İster siz de dua edenler gibi bir çan çalıp Tanrıya oradaki varlığınızı haber verirsiniz; isterseniz dilek tutar, isterseniz tütsü koklarsınız ve emin olun, ne yaparsanız yapın kendinizi iyi hissedersiniz…

Ya da en iyisi, dünyada benzeri az görülen bir karmaşayı sonuna kadar yaşamak için ünlü Tsukiji Balık Pazarı’na gitmek… Bunun tadını çıkarmak için sabahın dördünde yollara düşmek gerek ama karşılığında kahvaltınızı, Japon işçilerle haşlanmış pirinç üstü çiğ balık yiyerek yapmak şansı var. Ama dikkatli olup yanınızdan yıldırım hızıyla kilolarca balık taşıyarak geçen forkliftlere çarpmadan ayakta kalmayı başarmanız lazım… Tsukiji’nin içerisindeki trafik, yeryüzünün en kalabalık anayollarındaki en karmaşık trafikten daha yoğun ve tehlikeli… Ama pazarın içinden akan yaşam o denli canlı ve renkli ki, tüm tehlikeleri göze almaya değer…

Bu sertlikte bir tempo sizi yorduğu anda, Omontesando’da şık bir alışverişe çıkabilir veya dünyanın en ışıklı, en rengarenk ve en pahalı caddesi olan Ginza’da, bulunduğu kavşaktan semtin tüm güzelliğini rahatça izleyen Le Café Detour’da çay içebilirsiniz; yanında birbirinden lezzetli ponçikler yiyerek… Daha sırada görülecek  İmparatorluk Sarayı ve Meiji-Jingu Shinto tapınağı var ama siz eğer yol üzerinde bir antikacı dükkanına rastlarsanız, bence hiç tereddüt etmeden buraya zaman ayırın. Çünkü Japonların gündelik yaşamlarında eski eşyaları saklamak, bunlara nostaljik bir anlam yüklemek veya biriktirmek gibi bir alışkanlıkları yok. Bu yüzden de, satın almak isteyeceğiniz eski hiçbir şey fazla pahalı olmuyor. Bunun tek istisnası, gerçek tarihi ve ulusal değer taşıyan objeler; zaten bunların ülkeden çıkmalarını engellemek amacıyla, mümkün olamayacak rakamlar istiyorlar, eğer Japon değilseniz…

Japonya’da gönlümün bir parçasını bırakmamın tek nedeni Tokyo değil tabii. En az Tokyo kadar farklı ve cazip bir kent Kyoto… Sürekli yaşamak için değil ama bir süre yaşamına karışmak ve hayalimde yaşattığım Japonlukların pek çoğunu deneyebilmek için ideal. Eski usul Japon hanları olan “Ryokan”larda “tatami”ler, yani hasır yer sergileri üzerinde uyumak ve gülümseyen kimonolu kadınların diz çökerek servis yaptığı yer sofralarında “keiseki” tarzında sunulan geleneksel yemekler yemek; üzerimde “yukata” ve ayağımda “pokkuriler”… Sonra sokağa çıkıp tarihi Gion Bölgesi’nde kapıdan geçen “geisha”lar ile Japon usulü selamlaşmak… Turistlik yapıp henüz geisha olmak üzere eğitim görmekte olan genç kızlarla, yani “maiko”larla, resim çektirmek… Gezintiyi devam ettirip UNESCO Dünya Kültür Mirasları arasında yer alan tapınak ve mabetlerde, muhtelif Shinto tanrılarına gerçekleşmeyen isteklerinin hesabını sormaya gelmiş yaşlı Japonlar ile birlikte dua etmek…

Masal gibi değil mi? Tokyo’nun aksine, Kyoto’da, sanki Japonya hakkında çocukluğunuzdan beri duyduğunuz her şey aynı anda karşınızda. İmparatorluğun eski başkenti ve geisha geleneğinin ana yurdu bu binlerce yıllık kent ve yaşam, en azından kentin bir bölümünde hala neredeyse bin yıl önceki gibi akıyor. Örneğin, Gion’da sokakta yürürken, şansınız varsa, gerçek bir sumo güreşçisiyle bile karşılaşabiliyorsunuz... Sonra akşam yemeğinin ardından, ünlü “ochaya”lardan, yani “çay evlerinden” birisine yaklaşıp kapının aralığından içeriye gizlice göz atarak, müşterisi ile sohbet eden veya “shamisen” çalan bir geishayı gözlemeniz işten bile değil…

  

Japonya böyle… İki dine birden inanıp hem Budist, hem Shinto inançlarının gereğini yerine getiren Japonlar, sadece bu iki kentte değil, gittiğim tüm kentlerinde aynı saygı ve iyimserlikle karşıladılar beni… Beslenme ve bebekleri kundaklama biçimlerinden ötürü, hemen hepsinin bizim ölçülerimize göre eğri bacaklı olduğunu fark ettiğimde ne denli şaşırdıysam, Türkçe duyunca gözlerinde beliren parıltıyı görünce de o kadar mutlu oldum… Elimi sıkmaya ve göz göze gelmeye utandıkları için geleneksel selamları “ojigi” ile eğilerek selamladılar beni; rahat ettirmeye çalıştılar; armağanlar vermek için yarıştılar… Dillerinin sert vurgularına ve keskin seslerine rağmen, bende hep rahatlık duygusu uyandırdılar. Küçük bir dağ kaplıca kenti olan Hakone’de de; ünlü tapınaklar kenti, 1200 yıllık Amida Budha heykelinin evi Kamakura’da da, hiç asık suratlı veya sinirli insan görmedim sanki… O kadar nazik ve huzurluydular ki, bana neredeyse gerçek dışı gözüktü kendileriyle bu denli barışık olmaları…

Japon bahçelerinin insanı alıp başka diyarlara götüren ince estetik ve huzuruna karşılık, saatte 430 km hızla gidebilen “Shinkansen, mermi trenler” ve kalabalık saatlerde insanı boğması işten bile olmayan Tokyo Metrosunun huzursuz itiş kakışı… Gerçek hayvan yerine robot besleyen ve işyerlerinde sabahladıkları için hastalanan işkoliklere karşılık, caddelerde geleneksel giysileriyle dolaşarak zamanın durduğu izlenimini veren orta yaşlı kadınlar… Noh ve Kabuki tiyatrolarında kostüm ve maskelerin taşıdığı tamamen sembolik anlamlara karşılık, Hiroşima ve Nagasaki’nin toplumda yarattığı travmanın hiçbir yoruma yer bırakmamış acımasız gerçekliği… “Samurai” ve “Shogun”ların zalim sertliğine karşılık, “haiku” adı verilen minik şiirlerin acıyı ve seviyi topu topu üç satırda anlatan inanılmaz inceliği… Ünlü çay seremonisi ve ikebana tarzı çiçek aranjmanı başta olmak üzere hiç sorunsuz sürdürdükleri pek çok binlerce yıllık geleneğin gerektirdiği sabıra karşılık, Harajuku’nun bir başından diğerine sabırsızlıkla koşuştururken en gelişmiş model kulaklıklarla rock veya rap müzik dinleyen boyalı saçlı, Batı özentisi, gotik gençler…

Sanırım işte tüm bunlar gerçek bir tezatlar ülkesi yapıyor, çocukluğumun tabiriyle “Sayanora Ülkesi” Japonya’yı.  Bir yıl sonra hala dudaklarımda bir gülümsemeyle hatırlıyorum bu son ziyareti ve yeniden Tokyo’ya gideceğim günün hayalini kuruyorum…

Fotoğraflar: Güzin ve Tuygan Yalın tarafından çekilmiştir.


Yemek ve Lezzet Kültürü... Yemek ve Lezzet Kültürü...

“Haydi gelin, mutfağa girip “caz yapalım”…

“Trend”leri izlemeyi seviyoruz... Uygulamaya kalkmasak bile, ne yöne doğru değişeceğini görmek için, uzaktan olsun, takip ediyoruz.

Önce, giyim, yeme-içme alışkanlıkları ve eğlenme biçimi gibi gündelik boyutlarda ortaya çıkıyor trendler... Daha sonra, hızla kültürün tüm boyutlarına yayılıyor... Müzik zevkine, okunan kitaplara, gezilen ülkelere, hatta inanç ve düşünme biçimlerine...Konumuz yemek ve yemek kültürü olduğuna göre, heves edip izlediklerimize bu açıdan bakmak gerek... Dünyada son yılların en gözde yeme-içme trendlerinden birisini, Japon Mutfağı oluşturuyor. Üstelik, genelde görülen “trend” olgusundan farklı olarak, başka kültür boyutlarına fazla yayılmadan, olabildiğince mutfak ve sofrada kalarak... Yani bu trendin egemen boyutu yemek... Japon mutfağı trendi, dünyanın her yerinde ayaküstü yemek yenen ucuz sushi veya noodle barlardan, son yıllarda hemen tüm metropollerde birer şube açmış olan lüks fine dining restoranlara kadar yeme içme dünyasında pek çok farklı düzeyde yer alıyor. Yemek dışında, Japon kültürü, belki en çok giyimde moda oluyor zaman zaman... Sushi yemek ve yukata benzeri bluzlar giymek gözde oluyor ama kimse pek Japon müziği dinleyip Japon yazarları okuyor denemez.

Peki nedir Japon mutfağının temel öğeleri? Önce şunu belirtmekte yarar var: Yakın zamana kadar, yemeklerindeki düşük yağ oranı yüzünden ve bol miktarda derin deniz balığı lezzeti içerdiği için, Japon mutfağı dünyanın belki de en sağlıklı mutfağı olarak kabul ediliyordu... Bu konu hala aksi yönde kanıtlanmış olmasa da, son zamanlarda, yiyecekleri çiğ olarak tüketmenin yaratabileceği mide sorunları ve yeterince süt ürünleri yememekten kaynaklanan kemik yapısı problemleri üzerinde epey kafa yoruyor bilim adamları…

Doğal olarak, Japon mutfağının ana hatlarını, ülkenin ürettiği gıda ürünleri, bu üretimi de, ülkenin coğrafyası belirliyor. Japonya bir ada ülkesi ve deniz ürünlerini burada bol bol bulmak mümkün. Bu yüzden de, mutfağın temel yemeği balık... Üstelik, toprak alanı az ve tarıma elverişsiz olduğu için, denizden gelen tüm ürünlere muhtaç. Dolayısıyla, dünyanın başka mutfaklarından farklı olarak, Japon mutfağında deniz yosunlarının bile sofrada yeri var.

Japonya’da ayrıca, bol miktarda pirinç yetişiyor. Bu yüzden de, başka mutfaklarda buğday veya mısırın üstlendiği görevi, burada pirinç yürütüyor. Ekmek yerine haşlanmış pirinç yeniyor; makarnalar çoğu zaman pirinçten yapılıyor.

Bir diğer önemli gıda maddesi de soya fasulyesi... Soya, Japon mutfağında gerek sebze, gerekse sos olarak geniş yer aldığı gibi, hammaddesi soya olan “tofu”da bu mutfağın en önemli malzemelerinden birisi.

Her ne kadar, Japonya dışında, Japon mutfağı denilince akla hemen “sushi” geliyorsa da, Japon mutfağı aslında başka birçok farklı lezzeti de içerisinde barındıran bir mutfak. Diğer Uzakdoğu mutfaklarından oldukça farklı bir Japon “ev mutfağı” mevcut örneğin... Sushi ise, bizdeki kebap misali, Japonya’da daha ziyade ev dışında yenen bir yemek. Ünlü “sushi bar”lar, sushinin en fazla tüketildiği mekanlar.

Popülerlikte, sushiden hemen sonra “sashimi” geliyor. Sashimi, bir dizi muameleden geçirilmiş çiğ balığın ince dilimler halinde “wasabi” ve soya sosu ile sunulmasından oluşuyor ve geleneksel Japon yemekleri arasında önemli bir yer tutuyor. Japonya’da çoğu kez, restorandan çıkarken sashimi olarak yediğiniz balığın canlısını akvaryumlarda görebiliyorsunuz...

Aşırı derecede içine kapalı bir toplum olan Japonya, tarihinde ilk kez,16. yüzyılda tüm dünya denizlerine gezmekte olan Portekizli denizcilere kapısını aralayınca, yepyeni bir yemek pişirme usulü ile tanışıyor ve  “tempura” ortaya çıkıyor. Çoğunlukla sebzelerin veya iri karideslerin sulu bir hamura bulanarak kızgın yağda kızartılmasından oluşan tempura,  günümüzde de gerek restoranlarda, gerekse evlerde son derece popüler bir Japon yemeği.

Çin tipi kalın spagetti makarnanın tavuk kemikleri veya domuz eti ile yapılmış kıvamlı bir çorba içerisinde pişmesinden oluşan “ramen”de çok sık yenen yemeklerden. “Yakitori”, “sukuyaki”, “shabu shabu”, “teppen-yaki”.... ve daha birçok fazla duyulmamış Japon yemeği, lezzet düşkünlerine, Uzakdoğu’nun diğer mutfaklarından oldukça farklı tatlar sunuyor.

Japon mutfağında şekerin fazla yeri olmadığı için, tatlılar çok ön planda değil. Tatlı veya meyve, ancak çok lüks restoranlarda servis yapılıyor. Geleneksel Japon tatlılarında, tatlı patates, tatlı fasulye gibi sebzelerin püreleri şeker yerine kullanılıyor. Pirinç kurabiyeleri, doğal olarak, her zaman gözde... Buna karşılık, Tokyo’da Avrupa usulü pastaneler ve pastalar, bol miktarda mevcut.

Bu arada, belki de dünyada yetişen en ilginç inekler, başta Kobe olmak üzere Japonya’nın belirli bazı bölgelerinden geliyor. Bira ile beslenen ve etleri yumuşak olsun diye sürekli okşanarak ve masaj yapılarak büyütülen bu ineklerin etinden yapılmış tek bir porsiyon bifteğin restoran fiyatı 300 dolara kadar çıkabiliyor.

İçkiye gelince, Japonlar geleneksel içkileri olan “sake”den sonra en fazla bira içiyorlar. Kendi ürettikleri çok kaliteli biraları da, başka markalara tercih ediyorlar. Bir tür pirinç rakısı olan sake ise, ılık veya soğuk olmak üzere iki türde tüketiliyor. Genelde sofralarda ılık içilmekle birlikte, gurmeler sakeyi soğuk olarak içmeyi tercih ediyor. Alkolsüz içki içmek isteyenler için, ünlü Japon çayı, yani yeşil çay, en önemli seçenek… Kavrulmadan kurutulmuş yapraklar ile yapılan bu çay yemeklere de eşlik ediyor ve Japon restoranlarında, tıpkı su gibi, servisin bir parçası olarak, ücretsiz sunuluyor. Sindirim sistemi başta olmak üzere, sağlık için son derece yararlı olduğu bilinen bu çayın bir de, toz halinde olup neskafe gibi su içerisinde eritilerek yapılanı var.

Kısacası, farklı çeşitlerine rağmen, Japon mutfağının, genelde pirinç, balık ve soyaya dayandığı söylenebilir. Bir de tabii, geleneklerine... Japon toplumu fazlasıyla geleneklerine bağlı ve ritüellerle yaşayan bir toplum olduğu için, Japon mutfağı da ilginç sembollerle dolu olarak gösteriyor kendini... Tüm ömrünü, çok zehirli bir balığın zararsız bir şekilde pişirilmesine adayan aşçılar; yalnızca vejetaryen seçeneklerden oluşan yemeklerini kareografik bir seremoniyle tadan Budist rahipler; hazırlığı da kendisi de saatler süren meşhur çay seremonileri; servis tabağındaki sushi sayısının sembolik anlamı; Zen tapınaklarında, pişirme için kullanılan kap kacaktan  yemeği yiyenlerin kimono rengine dek her şeyin sembolik bir anlama sahip olduğu, “kaiseki” pişirme geleneği; sakeyi, kendi bardağınız yerine, karşınızdakinin bardağına koymanızı gerektiren nezaket kuralı... Tüm bunlar, Japon mutfağının dünyanın en sağlıklı ve lezzetli mutfaklarından birisi olmanın yanı sıra, en kuralcı mutfak olduğunu da gösteriyor. Öte yandan, biçimde ruh arayan, yalın figürlere sembolik anlamlar yükleyen, gereksiz süslemelerden kaçan mekan anlayışı, Japonların gerek tabak, gerekse sofra düzenine de egemen doğal olarak... Japonların sık sık söylediği şekliyle, “Japon yemeği yalnızca damak için değil, gözler için de bir ziyafet.”

Bugünlerde peşine takıldığımız “Japon Kültürü” trendinin çıkış noktası olan mutfağı kısaca tanıdıktan sonra, moda haline gelen diğer boyutlara da bir göz atalım... Japon tarzı, mutfak dışında sanırım yıllardır en fazla giyim alanında çok popüler... Geleneksel Japon çizgileri taşıyan, önden çapraz bağlı veya omuzdan diyagonal  düğmeli, yüksek yakalı bluzlar; ipekli kumaştan kiraz çiçeği veya orkide desenli elbiseler; beli iple büzülerek bağlanan bol ve rahat şalvar pantolonlar; ülkemizde zaten “tokyo” diye bilinen, hasır tabanlı parmak arasına geçen terlikler ve her tür giyside Japon kaligrafik desenleri belirli aralıklarla tüm dünyada moda haline geliyor...  Giyim dışında bu trendin en yoğun yaşandığı alan olan dekorasyonda da, sade formlu aksesuarlar, farklı biçimde seramikler, alçak yataklar, “tatami” tarzı hasır yer örtüleri, bambu perdeler ve ejderha desenli paravanlar artık Batı ülkelerinin günlük yaşam stilleri içerisinde sıkça görülebiliyor.

“Trend izlemek” kadar, “trend haline gelmek”de gündemde... Yazıyı bir trend oluşturma haberiyle bitireyim de, izlemekten yorulanlar rahat etsin: Son zamanlarda Japonya’da en fazla izleyici bulan trendlerin başında, “Akdeniz Mutfağı trendi” geliyor. Hatta, rivayet odur ki, Türk Mutfağından yemekler pişirebilen genç kızların “hayırlı kısmet” şansı artıyor.


Sushi nedir, çeşitleri, yapılışı?

Doğru yeme ve servis biçimleri...

Sushi, pirinç sirkesi ve şeker ile tatlandırılmış pirincin, pişmemiş balık, deniz ürünleri, sebzeler veya omlet ile çeşitli biçimlerde bir araya getirilmesinden oluşan bir yemektir. Yüzyıllar öncesinden beri kullanılan, tuzlanmış balıkların pirinç içerisinde saklanması yönteminden ortaya çıkmıştır. Sushinin içerisindeki pişmemiş balık tamamen çiğ olabileceği gibi, marine edilmiş veya füme de olabilir. Kızartılmış deniz ürünleriyle hazırlanan sushi türleri de vardır.



Sushinin pek çok çeşidi olmakla birlikte, en çok bilinen çeşitleri, maki ve nigiridir. Maki, sushi pirinci ve seçilen malzemenin deniz yosunu içerisine sarıldıktan sonra dilim dilim doğranması ile oluşur. Nigiri ise, sushinin, avuç içi büyüklüğünde sıkıştırılmış pirinç üzerine balık veya başka bir deniz ürünü yerleştirilmesi ile oluşanıdır.

Evde kolayca sushi yapmak için önce pirinci iyice yumuşayıncaya kadar haşlayıp üzerine şeker, pirinç sirkesi ve az tuz eklemek ve bu karışımı 20 dakika kadar dinlendirerek, sushi pirincini hazırlamak gerek. (Ölçü: 5 bardak pirinç için 1.5 yemek kaşığı toz şeker ve 1 yemek kaşığı sirke.)

Nigiri sushi için daha sonra, hazırladığınız sushi pirincinden 2-3 kaşık alıp avucunuzda sıkıştırarak, üzerine seçtiğiniz balık konservesi veya haşlanıp ayıklanmış deniz ürününü yerleştirmeniz yeterli...

Maki sushi için ise, bir bambu hasırını düz bir yüzeye serip üzerine  bir tabaka nori (deniz yosunu) yerleştirmeniz ve yosunun üzerine de sushi pirincini yaymanız gerekiyor. En üste, seçtiğiniz malzemeyi (balık konservesi, füme balık, küçük doğranmış omlet, jülyen kesilmiş salatalık, avakado, vb.) koyarak, malzemenin tümünü, bambu hasırı ile birlikte yuvarlamanız ve hasırı alınca oluşan bu silindiri dilimlere bölmeniz yeterli.

Her iki tür sushi için de pirincin üzerine yerleştirdiğiniz malzemeyi hafifçe Japon hardalı (wasabi) ile tatlandırmalı ve  wasabi, gari ve soya sosu eşliğinde servis yapmalısınız.

     

"Hep duyduklarımız..."

Nori; Sushi yapımında da kullanılan kurutulmuş deniz yosunu.

Sashimi; İnce dilimler halinde ve wasabi ve soya sosu ile yenilen marine edilmiş çiğ balık.

Tempura; Çeşitli sebze ve deniz ürünlerinin sulu bir hamura bulanarak kızartılması.

Sake; Sıcak veya soğuk olarak tüketilebilen pirinç rakısı; Japon milli içeceği.

Tofu; Japonca’da “Fasulye Pıhtısı” anlamına gelen, soya fasulyesinden elde edilen ve pişmiş veya çiğ olarak tüketilebilen yemek malzemesi.

Udon; Buğday unundan yapılan ve spagettiye benzeyen Japon makarnası.

Wasabi; “Japon Hardalı”da denilen ve bayır turpundan elde edilen yeşil renkli macun.

Gari; Taze zencefil kökü turşusu.

Ramen; Domuz eti veya tavuktan yapılmış kıvamlı bir sebze çorbasının içerisinde yenen    sarımtrak renkli kalın makarna.

Sukuyaki; İnce ince dilimlenmiş çok yumuşak ve özel dana etinin, çeşitli sebzelerle birlikte,  sake, soya sosu ve şeker katılmış su içerisinde pişirilmesi.

Shabu shabu; “Japon Fondüsü”de denilen ve çok ince dilimlenmiş dana etlerinin çok kısa bir süre, içerisinde çeşitli sebzeler bulunan ve kaynamakta olan suya batırılıp çıkarılması.

Yakitori; Tahta şişe geçirilmiş olarak, ateş üzerinde pişirilen tavuk, et veya başka malzemeler; “Japon Şiş Kebabı”.

Tepanyaki; "Tepan” adı verilen saç kaplarda, masa başında et, balık veya tavuk kavrularak hazırlanan yemek.

Kaiseki; Birçok yemeğin tadımlık miktarda peş peşe sunularak özel bir törenle yendiği ve yemeği pişirmenin de yemek kadar değişik sembollere bağlı olduğu, Zen rahiplerine ait özel Japon mutfağı.


Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...

“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”

Bu sefer seçtiğim parçalar, en çok çeşitliliklerinde caz lezzeti taşıyorlar galiba… Berlin’den Brezilya’ya, tangodan roman havasına, insan sesinin çekiciliğinden  piyanonun büyüsüne davet ediyorum sizi… Elinizde bir fincan kahve, kucağınızda sizi alıp kim bilir nerelere götüren bir kitap, kulağınız buralarda…

           

01 / Yasmin Levy / “Irme Kero” / Mano Suave
02 / Nat King Cole / “Quizas, Quizas, Quizas” / In the Mood for Love
03 / Ewan McGregor / “El Tango de Roxanne” / Mouline Rouge
04 / Burhan Öçal & Trakya All Stars featuring Smadj / "Oynamaya Geldik-Opaz" / İstanbul Twiligiht
05 / Shavela Vargas / “Paloma Negra” / Frida
06 / Lotte Lenya / “Alabama Song” / Berlin Theater Songs
07 / Aisha Duo / “Despertar” / Quite Songs
08 / Rhydian / “O Fortuna” / O Fortuna
09 / Oi Va Voi / “S’brent” / Travelling the face of the Globe
10 / Ryuichi Sakamoto / “Riot in Lagos” / Playing the Piano

           


Ayın  Kitaplarından Seçmeler... Ayın Kitaplarından Seçmeler...

“İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür…”

Bazı zamanlar, okumaya daha uygun, vakti ve isteği daha bol, ruhu yeni konulara daha açık oluyor insan; bazen de kitaplar yerine, başka işlerin büyüsüne kapılmaya daha yatkın… Ben her ne kadar okumaya her zaman hazır biriysem de, bahar geldiğinde, sıcacık bir köşede kıvrılıp bir kitap okumak yerine, kendimi açık havada daha fazla zaman geçirip doğayla daha fazla ilgilenirken yakalıyorum… Çaresi, baharın koynunda, yeni çiçek açmış ağaçlar ve havadaki taze çimen kokusu tüm gücüyle aklınızı çelerken de okunabilecek akıcılıkta kitaplar seçmek; keyfi katmerlendirmek…

Bu sefer size önereceğim kitaplar, yukarıda söylediklerime çok uygun…

         

1. “Bir de Baktım Yoksun” / Yekta Kopan
2. “Edebiyat ve Patates Turtası Derneği” / Mary Ann Shaffer; Annie Barrows
3. “Rumluk / Yaşlı Kadınlar ve deniz” / Yanis Ritsos / Kırmızı Yayınları

Birincisi, benim her yazdığını hayranlıkla izleyip bir solukta okuduğum bir yazardan… Yekta Kopan inatla ve büyük bir başarıyla öykü türünde yazmayı sürdürüyor. Kısa öyküden daha uzun soluklu bir şeyler okumak isteyenlere sonsuz saygı duymakla beraber, Yekta Kopan’ın tüm diğer kitapları gibi, “Bir de Baktım Yoksun”u da şiddetle öneriyorum… Anlattığı insanlık hallerini ta yüreğinizde hissedip okurken haberiniz bile olmadan satırların altını çizdiğinizi birden fark etmeniz için…İkinci kitap, hem keyifle hem kolay okuyabileceğiniz, daha ağır okumalardan nefes aldıracak bir kitap… Hem yemek göndermeleri, hem sevgi ve umut, hem paylaşım ve direnme, hem de türlü çeşit kaygılar var içerisinde. Hayatın kendisi gibi yani…Üçüncü seçimim, şiirden yana… Çok düzenli bir şiir okuyucusu değilim ama Ritsos’un kendi dilinde olmadığı zaman bile değeri eksilmeyen şiirselliğinin aklıma ve yüreğime değmesini seviyorum, hele kadınlardan bahsediyor olunca.

Cazkolik.com / 09 Nisan 2009, Cuma
 

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • Mine Pirim
    09 Mayıs 2010 Cuma 07:15

    Elinize sağlık Güzin Hanim, hep gitmek istediğim bir yeri aynen canlandırarak anlatmışsınız çok canlı oldu hep gitmek istediğim bir yerdir Japonya özellikle Tokyonun karmaşası. Merak ediyorum koreye de gittiniz mi? Birde koredir benim merak ettiğim. Fonda çalan güzel müziklerle köşenizde güzel bir zaman oldu elinize sağlık. Gittiyseniz Koreyide beklerim. Selamlarimla. Mine Pirim.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Sabahat Barançık
    16 Mayıs 2010 Cuma 03:12

    suşiyi ilk yediğimde sevmedim bizim ağız tadımıza göre değil diye düşündüm sonra bir kaç kez dahna denk geldim nedense bu son yediklerimi daha değişik buldum şimdi o ilk günkü gibi düşünmüyorum acaba yapanların farkımıydı benmi önyargımı kırdım bilmiyorum şunu öğrendim farklı tatlara açık olmak lazımmış sevgiler elinize sağlık.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Sabahat Baranok
    16 Mayıs 2010 Cuma 03:28

    kendi soyadımı yanlıs yazmışı onu düzelteyim ama istanbulda en iyi sushi restorani sizce göre hangisi öneri olarak yazsaydiniz keske Güzin hanim-ama isim söylemek ayıp olurdu derseniz hakli olarak bir sey diyemem :)) tekrar sevgiler

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Ebru Bozkurt
    26 Mayıs 2010 Pazartesi 02:58

    Müzikler yine güzel geçen seferde begenmistim bunlarida begendim kapak resimleri bozukmu??? isimlerini aldim alirim bu albümleri.,

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.